Paylaş
Okumama ihtimali bulunanlar için kabaca özetleyeyim Özkök’ün söylediğini: Kürt sorununun nihai çözümü çerçevesinde dile getirilen önerilerden biri de, pek çok alanda Kürtlere ‘pozitif ayrımcılık’ uygulanması. Bu alanlar arasında üniversiteye giriş de var, devlette ve özel sektörde işe giriş de...
Özkök bu öneriye karşı çıkıyor, ‘Zaten artık bir Türk sorunumuz var, o sorunu daha da büyütmeyin’ diyor.
Bana soracak olursanız, ‘Kürt sorunu’nun bugün bulunduğu noktada olmasında, bünyesinde o ‘Türk sorunu’nu barındıranların da ağır sorumluluğu var ama neyse, konumuz bu değil. Konumuz Kürtlere pozitif ayrımcılık yapılmalı mı yapılmamalı mı?
En temel, en basit ifadesiyle ‘Kürt sorunu’ bir eşitsizlik sorunudur. Kürtlerin kendilerini aynı ülkeyi paylaştıkları Türkler başta diğer gruplardan eşitsiz, hatta epey aşağıda hissetmeleri sorunudur.
Hemen itirazları duyuyorum, ‘Ne münasebet, eşitsizlik yok, Kürtler Cumhurbaşkanı bile oldular’ diye bağrışmalar başladı bile.
Ancak, bu dönem Diyarbakır’dan bağımsız milletvekili seçilen Altan Tan’ın ifadesiyle, ‘Kürtlere Kürt olmak dışında her şey serbest.’
Pozitif ayrımcılık, 60’lı yıllardan itibaren ırkçı-ayrımcı politikaları bitirmek isteyen Amerikan federal hükümetlerinin yürürlüğe soktuğu bir dizi politikanın adı. (İngilizcesi ‘affirmative action.’)
Bu politikalar başından beri çok tartışıldı, faydalı olup olmadığı konusu, yarattığı ‘ahlaki risk’ten (‘moral hazard’) tutun da başka pek çok şeye kadar ayrıntısıyla konuşuldu, aslında hala daha konuşuluyor.
Pozitif ayrımcılıktan başta Afrika kökenli Amerikalılar yararlandıysa da zaman içinde bu politikalar, kadınlara, eşcinsellere, Latin kökenliler dahil azınlıklara da genişledi.
Bütün tartışmalar ve pozitif ayrımcılığın yarattığı bütün sakıncalar bir yana, bugün aradan 40 yıl geçtikten sonra bu politikaların başarılı olduğunu söylemeliyiz. Çünkü zaman içinde, toplumun bütün katmanlarında 40 yıl önceye göre çok daha ‘çoğulcu’ bir yapı oluştu, eskiden sadece beyazlara ait olan konumlarda artık geniş bir yelpazeden insanlar var.
ABD’nin bu deneyimi gelişmiş Batının pek çok ülkesinde de uygulandı, başarılı sonuçlar alındı. Şimdi aynı şey Türkiye için de, bizim Kürtlerimiz başta olmak üzere toplumun bütün eşitsizliğe maruz kalmış, dışlanmış azınlıkları için isteniyor.
Bu öneriyi daha önce defalarca köşesinde yazmış biri olarak ben de pozitif ayrımcılığı destekliyorum.
Ertuğrul Özkök’ün, ‘Türkler çok kızar sonra’ dışında başka bir karşı çıkma gerekçesi varsa, onları duymak isterim doğrusu.
Ama ben, Türkiye’de yaratılmış eşitsizliğin, ayrımcılığın en kalabalık kurban grubu olan Kürtlerin, uzun yılların eşitsizliğini yenmek için pozitif ayrımcılığa ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Özellikle üniversite mezunu Kürt sayısının artması, bunu sağlamak için de Kürtlere kontenjan ayrılması, bu ülkeye yararlı olur diye düşünüyorum.
Demokrasi sofradaki hazır yemek değildir
SON Yüksek askeri Şura ve etrafındaki tartışmalar, tam da beklenebilecek sığlıkta bir yere ulaştı: Tamam askeri vesayet bitsin ama yerine sivil vesayet gelmesin.
Bir kez daha hatırlatayım: Sorun bizdeki kuvvetler ayrılığı uygulamalarının zayıflığından kaynaklanıyor. Dün de bu böyleydi, bugün de.
Kuvvetler ayrılığı sistemi yeterince güçlü olmayınca da Türkiye uluslararası sınıflamalarda ‘yarı demokrasi’ veya ‘otoriter demokrasi’ olarak adlandırılıyor.
Çok partili seçimlerin yapıldığı 1946 yılından beri bu böyle. Türkiye hiç ‘tam’ veya ‘ileri’ demokrasiyi tatmadı zaten. Bu dönemin önemli bir bölümü de askeri vesayet altında geçti.
Şimdi mesele, gerçekten ‘ileri demokrasi’yi kurmak. Bu da, kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü ve hesapverebilirlikle yapılabilir ancak.
Bu önemli şeyleri kimse bize hediye etmez. Yaparsak biz yapacağız. Biz derken de tek tek her birimizi kastediyorum.
Muhalefet, ‘sivil vesayet’ istemiyorsa, bu konuda katkı sağlamalı, demokrasimizi her türlü vesayetten kurtarıp gerçek manada ‘sivil’ ve ‘ileri’ olması için mücadele vermeli.
TÜBİTAK’ın düştüğü hale bak: Bunu da gördük!
TÜBİTAK tarafından Kandilli’deki yerinden kaldırılıp Gebze’ye taşınan ve başka bir birime bağlanan Feza Gürsey Temel Bilimler Enstitüsü konusundaki tartışma bitmiyor.
Son olarak TÜBİTAK’tan bir açıklama daha aldım. Hayli uzun, rakamlarla desteklenmiş bu açıklamanın kaba özeti şu: Feza Gürsey Enstitüsü başarısız bir enstitüdür, zaten adı da Feza Gürsey Enstitüsü değil Temel Bilimler Enstitüsü’dür.
Bir kurumun, zaten kendi bünyesinde olan, dolayısıyla başarısı veya başarısızlığından sorumlu olduğu bir başka kurumu suçlayarak üste çıkmaya çalışması ilginç bir ruh halinin yansıması.
FGE’nin Kandilli’den Gebze’ye taşınmasıyla ansızın nasıl ve neden başarılı olacağını ben anlayamadım, anlayan varsa beri gelsin.
Enstitüyü Kandilli’de iken ‘başarısız’ kılan TÜBİTAK yönetimi ile Gebze’ye taşıyan TÜBİTAK yönetimi aynı olduğuna göre, belki TÜBİTAK’ı da Ankara’dan alıp Edirne’ye veya Diyarbakır’a taşımak bu kurumun başarılarını daha da arttırabilir.
TÜBİTAK’ın ilginç suçlamalarından biri, FGE’nin giderlerinin yüzde 97’ye varan kısmının çalışanların ücretlerinden oluşması. Bu da saçma bir suçlama, çünkü teorik fizik ve matematikle uğraşan, uygulamalı işler yapmayan FGE’nin diğer giderleri olsa olsa kağıt kalem, tebeşir ve ofislerin ısınma-temizlenme giderleri olabilir.
Enstitüye yıllardır sistemli biçimde kadro kaybettirildiği, yeni araştırmacı alınmasına izin verilmediği, FGE’de akademisyen kadronun azınlığa düşürüldüğü dikkate alınacak olursa, aslında buranın neredeyse bilinçli biçimde başarısız kılınmak istendiği anlaşılır. Buna rağmen FGE Türkiye ortalamasının üzerinde bilimsel yayın yapan, uluslararası atıf endekslerindeki yerini kaybetmeyen bir kurum oldu, öyle kaldı.
Bilim insanları arasında kavgalar, çekemezlikler, konumunu kullanarak sevmediği insanları engelleme girişimleri yok değil, var elbet. Üzücü olan, ‘Bilimde Bizans entrikaları’nın bireysel olmaktan çıkıp kurumsal hale gelmiş olması.
CHP bizi şaşırtsa ezber bozsa...
İNTERNET andıcı benzeri bir şey, Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de veya Amerika’da olsa, yer
yerinden oynar, konuyla ilgili haberler bizim gazetelerimizde bile birinci sayfaya tırmanırdı.
Ama bizde, ‘ordunun Türk halkını yalan haberlerle yönlendirmek için yıllarca kara propaganda yaptığı’, kendi hükümetine karşı komplolara giriştiği ortaya çıkıyor, neredeyse yaprak kıpırdamıyor.
İnternet andıcı konusu, açıkça demokrasiye karşı bir saldırı. Bu saldırıyı ‘demokrasinin Kabesi’ parlamentomuzun araştırıp soruşturması lazım.
Acaba diyorum birkaç gündür, Cumhuriyet Halk Partisi hepimizi şaşırtıp ezberleri bozar ve dönemin Milli Savunma Bakanı ve TSK yönetimi hakkında bir ‘Meclis araştırması’ hatta ‘Meclis soruşturması’ ister mi?
Sonra kendi kendime, ‘Yok yok’ diyorum, ‘Ana muhalefet partisi, orduyu yıpratmaktansa hükümeti koruyup kollamayı tercih eder.’
Yanılıyor muyum?
Paylaş