Askeri vesayet açığa mı alındı, emin değilim

HALEN yargılanacağı günü bekleyen iki general ve bir amiralin bakan emriyle açığa alınmaları dün bütün gazetelerin manşetlerindeydi, emin olun bugün de onlarca köşe yazısı bu konuyu ele alacak.

Haberin Devamı

Bazı aceleci yorumlar var, bu üç yüksek rütbeli subayın açığa alınmasının askeri vesayeti sona erdiren sembolik adımlardan sonuncusu olduğunu söyleyen. Ben böyle olduğuna inanmak istesem de, henüz somut veriler bu yorumları doğrular nitelikte değil.
Sivilleşme veya askeri vesayetten kurtulma denen şeyin sembolizmle değil hukukla olacağını biliyorum.
Bu nasıl bir iktidar ve onun kontrolundaki parlamentodur ki, ülkeyi sivilleştiriyorum derken hukuki alanda tam tersini yapıp Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarını yargılama mercii olarak Anayasa Mahkemesi’ni tercih etmiştir? Üstelik, idari anlamda Emniyet Genel Müdürü ile aynı statüde olması gereken Jandarma Genel Komutanı’nı da yargılama usulü bakımından kuvvet komutanı statüsüne yükseltmiştir?
Buradaki derin çelişki, ‘sivilleşme’ denen işin laf seviyesinde ve sembolizmde yapıldığını, hukuk düzeyinde ise Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının (Jandarma komutanıyla birlikte) başbakan ve bakanlarla eşit düzeye getirildiğini göstermekten başka bir anlama gelmiyor.
Kaldı ki, dün iktidara pek de uzak olmayan bir gazetemizde yazıldığına göre, aslında bu açığa alma işlemleri ‘Komuta zincirini etkilememek’ ve ‘İki başlı komuta olmasın’ denilerek yapılmış işlemler. Yani, bu üç yüksek rütbeli asker Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nden aldıkları terfi kararlarıyla komuta zincirini bozabileceklerdi, açığa alınma işlemi bundan yapıldı.
Eğer bu son iddia doğruysa, sivilleşme lafları iyice havada kalır.
Şunu bilir şunu söylerim: Sivilleşme veya askeri vesayetin kaldırılması, dünyanın en zor işi değil. Anayasanızı, yasalarınızı, yönetmeliklerinizi adam gibi tararsınız ve askerin kendi görev alanının dışına çıkmasına yardımcı olan her şeyi temizlersiniz, olur biter.
Bu temizlik yapılmadıkça, yasalarımızda asker sadece yurt savunmasını yapan değil aynı zamanda cumhuriyeti korumak kollamakla da görevli bir kurum sayılmaya devam ettikçe askeri vesayet de bitmez, şekil değiştirir belki ama bitmez.

Haberin Devamı

Cemal Tural’ı hatırlayan yok mu?

SÜLEYMAN Demirel, 1969 yılında, ben daha beş yaşındayken, ülkenin kudretli Genelkurmay Başkanı Cemal Tural’ı görevinden almıştı. Görevden alma sebebi, Tural’ın darbe hazırlıkları içinde olmasıydı.
Bu hamle o zamanlar, aynen şimdiki gibi, ‘sivilleşme’nin ve ‘askeri vesayetten kurtulma’nın bir adımı gibi görülmüştü, ki öyleydi.
Ama bir kişinin görevden alınması semboldür, o göreve geleceklerin bir daha aynı yola girmemelerini sağlayacak düzenlemeler yapmak ise hukuk.
1969’daki bu ‘dev’ sivilleşme hamlesinden sonra göreve gelen Genelkurmay Başkanı 12 Mart 1971 muhtırasını verdi.
70’lerin sonlarında bir başka ‘sivilleşme’ hamlesi daha yaptı Demirel, istediği kişinin (Ali Fethi Esener) kuvvet komutanı yapılmasını engelleyen Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ile inatlaştı, sonuçta sırada bekleyen çok sayıda orgeneral emekli oldu, Kenan Evren’e Genelkurmay Başkanlığı yolu açıldı.
O Evren de 12 Eylül darbesini yaptı.
O yüzden   diyorum, sivilleşme, askeri vesayetten kurtulma, demokratikleşme kişilerle değil hukukla olur, diye.

Haberin Devamı

‘Beyaz Türkler’ tartışmasına bir katkı olarak Naipaul

GÜNDELİK, sıradan faşizm bir minik zafer daha kazandı, görüşleri bazılarınca beğenilmeyen Hint asıllı İngiliz yazar V. S. Naipaul Türkiye’ye gelemedi. Oysa sadece beş ay önce buradaydı Naipaul.
Naipaul’ün islama hakaret ettiği söyleniyor, ben bu hakaretlere ilişkin henüz bir somut kanıt gösterildiğini görmedim ama yazarın görüşlerine ve özellikle konuşmalarına bakınca alınganlığı da anlıyorum.
Bir kişiyi eleştirmek, onun görüşlerini beğenmemekle onu bir nevi linç kampanyasına kurban etmek arasındaki sınır bir kez daha aşıldı. Aynı sınırı daha önce Orhan Pamuk için de aşmıştık, Nazım Hikmet için de, Sabahattin Ali için de, Hrant Dink için de, başkaları için de...
Zaten bu yüzden, bu sınır aşımı yüzünden olan bitene ‘sıradan faşizm’ diyorum.
Naipaul’e (ve bu arada Orhan Pamuk’a, Nazım Hikmet’e, Sabahattin Ali’ye ve daha nicelerine) yöneltilen İslam düşmanlığı dışındaki temel eleştiri, kendi içinden çıktıkları kültüre sırt dönmüş, o kültüre dış bir gözle (Batılı, yani emperyalist bir gözle) bakıyor olmaları.
‘Beyaz Türk’ adı verilen grup için de aynı şeyler söylenmiyor mu? Kendi kültürlerine yabancı, batılı özentisi, ülkesini ve insanını batı karşısında hep aşağı gören, batı karşısında mahçup duruma düşme korkusuyla sürekli kendi kültürünü ve toplumunu eleştiren (‘aşağı gören’ demeye dilim varmadı) bir güruh olarak gösterilmiyor mu ‘Beyaz Türkler’ de...
Farklı olana tahammülsüzlük ama tahammülsüzlüğe karşı müthiş bir tolerans. Ne yaman bir çelişki!
Kemal Kerinçsiz ve arkadaşları da aynı şeyi yapmıyor muydu? ‘Hak arama özgürlükleri’ni ve ‘ifade özgürlükleri’ni kullanmıyorlar mıydı, ben dahil onlarca kişiyi ve bu arada Hrant Dink’i, Orhan Pamuk’u, Perihan Mağden’i mahkemeye verir, linç sofrasına atarlarken?
‘Sıradan faşizm’in şerri, küçük ama emin adımlarla yaklaşıyor.

Yazarın Tüm Yazıları