Paylaş
Bence, evet...
Dün itibarıyla ilk aşaması savuşturulmuş, küçük bir yol kazası seviyesine indirilmiş gibi duran bu olay, pek çok bakımdan siyasete müdahale dışarıdan girişimidir. Veya popüler deyişle, ‘Siyaset mühendisliği’dir.
İlk ve görece en kolay bakış açısı, ‘Oslo süreci’ diye anılan PKK ile görüşmeler sürecinde ortaya çıkan metinlerden birinin, ‘suç delili’ olarak nitelenmesiyle oluşuyor.
* * *
Bu metin, her ne kadar hükümetin onayını almamış bir metin olsa da, metnin oluşma süreci hükümetin bilgisi dahilinde ve hükümetin politikaları gereği oluşmuş bir metin.
Lozan Barış görüşmeleri devam ederken Ankara’da bir savcının ‘Vay efendim siz Musul ve Kerkük ile 12 Adayı Misakı Milli dışında tutmaya nasıl cesaret edersiniz’ diyerek İsmet Paşa hakkında soruşturma başlatması nasıl absürd olurduysa, bugün MİT yöneticilerine yöneltilen suçlamalar da o derece absürd.
Burada saçma sapan ‘Hükümetlerin suç işleme özgürlüğü mü var’ gibisinden itirazlara biraz yer vermeliyim.
Hayır, elbette hiç kimsenin suç işleme özgürlüğü yok ama suç nedir? Ne zamandan beri siyaset yapmak suçtur? Normal ülkelerde böyle bir suç olabilir mi? Siyasetin alanı yargı tarafından daraltılabilir mi? Siyasetin siyaset yapmak için kullandığı alan nasıl çizilir, o çizgilerin dışına çıkılıp çıkılmadığını kim belirler?
Taa başından beri bu köşede söylenmeye çalışıldığı gibi 7 Şubat vakasıyla birlikte, bizim demokrasiyi algılama biçimimizle yasalarımızın ve yasa uygulayıcılarımızın demokrasi tarifi arasındaki fark artık saklanabilir olmaktan çıktı.
* * *
Bu anlamda Türkiye’nin idare edilmeye değil yönetilmeye ihtiyacı var.
Hoş bu demokrasi algısı farkı ve yönetilme ihtiyacı uzun zamandır, hatta taa Ergenekon davalarının başlangıcından itibaren kendini fazlasıyla belli ediyordu ama sanırım bu son vakayı ‘Hükümetin damdan düşmesi’ olarak görmek ve ‘Damdan düşenin halinden damdan düşmeyen anlamaz’ özdeyişine sığınmak en iyisi.
Yargı ve polis eliyle bu ülkeye demokrasi gelmez. Demokratikleşme olacaksa, bunu yargı ve polis değil ülkenin parlamentosu yapacak.
Bu son ‘damdan düşme’ halinin, yasalarımızın gözden geçirilmesiyle ve demokrasinin önündeki engellerin kaldırılmasıyla sonuçlanması benim en büyük temennim.
Başbakan yanıltıldı mı yanıltan cemaat mi
ACABA, gerek Ergenekon ve gerekse KCK soruşturmaları sırasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yanıltıcı bilgiler aktarıldı mı?
Benim güvendiğim üst düzey kaynaklarım, ‘Evet’ diyorlar, ‘Öyle şeyler oldu.’
Zaten bu sebeple Başbakan Erdoğan’ın kendisine yanıltıcı bilgi veren ekibin soruşturmalardan uzaklaştırılmasını istediği yalanlanmayan bir dedikodu olarak birkaç yıldır ortada.
Önce Vatan gazetesi Ankara Temsilcisi Bilal Çetin, ardından Hürriyet’te Şükrü Küçükşahin ve son olarak da Taraf yazarı Emre Uslu, MİT’in bir süreden beri polisteki cemaatçi gruplaşmayla ilgili çalışma yaptığını yazdılar. Bilal Çetin ve Şükrü Küçükşahin, ‘Bir tasfiye operasyonu’nun gelmekte olduğunu da duyurdular.
Bütün bu bilgi kırıntılarına bir de bir süredir tedavülde olan ama hep yalanlanan ‘Cemaat-AK Parti kavgası’ laflarını ekleyince ortaya bir hayli karmaşık bir tablo çıkıyor.
Her ne kadar hükümet kanadı yaşananları küçültmeye, ‘münferit olaylar’ seviyesine indirmeye çalışıyorsa da, yine AK Parti’ye yakın çevrelerden gelen ‘Bu bir tasfiye fırsatıdır, artık onlar da çok oldu’ tarzı çağrılar dinmiyor.
Bu arada polisin ve savcılığın MİT operasyonunu hala savunanların fena halde eskinin ulusalcılarına benzer söylemler kullanmaları, yasaları savunurken Vural Savaş veya Sabih Kanadoğlu tarzı konuşmaları da en azından benim çok ilgimi çekiyor.
Bütün bunlar yaşanırken Başbakanın suskunluğunu nasıl yorumlamak gerekir? Başbakan’ın konuyu bir atanmış-seçilmiş kavgası olarak nitelemesi, siyasetin alanına müdahaleyi kabul edemeyeceğinin bir göstergesi. Ama acaba Başbakan bunun ötesinde ne düşünüyor, sistematik olarak yanıltıldığı kanısında mı?
Sorular, sorular...
Pek yakında cevaplar da belli olur.
Özel yetkili mahkeme ve savcılıklar ortadan kalksa dertler biter mi
BU soruya peşinen ‘Hayır’ cevabımı vereyim, sonra da bu cevabı gerekçelendireyim.
Özel yetkili savcılıklar ve özel yetkili mahkemeler kabaca iki suç türüyle uğraşıyor: Kaçakçılık, mafya vb organize suçlar ve terör suçları.
Kamuoyunda daha çok terör suçları sebebiyle adı anılıyor bu mahkemelerin ama şike davası bir ‘organize suç’ davası olduğu için o bağlamda da gündeme geldi.
Mevcut ve şikayet edilen çarpıklıkların önemli bir bölümü bu savcılıklardan ve mahkemelerden değil, esasen ceza yasası ve terörle mücadele yasasından kaynaklanıyor. Bu iki yasayı adam etmeden, muğlaklıklardan ve şikayete konu olan bölümlerinden arındırmadan şikayetleri sona erdirmek de mümkün değil.
Ama dedim ya şikayetlerin bir bölümü diye... Bir de kalan bölümü var ki, o da, özel yetkili savcılıkların ‘olağanüstü’ kabul edilmesi gereken yetkilerinden ve özel yetkili mahkemelerinde sahip olduğu kimi olağanüstü yargılama usullerinden kaynaklanıyor.
Bana soracak olursanız, özel yetkili savcılık uygulaması derhal son bulmalı. Sadece bunu yapmak bile sanık haklarında müthiş bir ilerlemeye sebep olacak. Özel yetkili mahkemelerin ise olağanüstü yargılama yapmalarına neden olan kimi özelliklerinin temizlenmesi ama bu mahkemelerin (mutlaka başka bir isim altında) aynı suç türlerine bakan ihtisas mahkemesi olması gerekir.
Baştan söyleyeyim: Önce ceza yasası ile TMY’yi değiştirmek gerek; sonra veya eş zamanlı olarak özel yetkili savcılıkları kaldırmak...
Ama yasalar değişmezse, sadece savcılıkları değil mahkemeleri de kaldırsanız sorunlarımız değişmez.
Paylaş