Paylaş
Zirveden zirveye, AB ile Türkiye arasındaki ilişkilerin ve sorunların masaya yatırılması, Türkiye'nin adaylık statüsünün netleşmesi için hummalı bir çaba harcanması, son dakikaya kadar bazı umut kıvılcımlarının görülmesi ve neticede meselenin bir başka toplantıya havale edilmesi artık alıştığımız bir senaryo oldu. 3-4 Haziran tarihlerinde Köln'de yapılan konferansta da aşağı yukarı aynı filmi izledik.
Köln'de, Alman Şansölyesi'nin atılımı ile Türkiye ile Alman Dönem Başkanlığı arasında zirve deklarasyonuna girecek bir paragraf metni üzerinde mutabakata varılmıştı. Bunda, Türk Hükümeti, demokratikleşme ve insan haklarını içeren Kopenhag kriterlerine uygun ekonomik ve siyasi reformları gerçekleştirmeye ve Güneydoğu'daki sorunlara yapıcı bir çözüm getirmeye kararlı olduğunu belirtiyordu; AB Konseyi ise Türkiye'yi ‘‘katılma adayı’’ olarak tanımlıyor ve onu diğer adaylarla yapılacak toplantılara çağırmayı kabul ediyordu. Başka bir deyimle Türkiye; Bulgaristan, Romanya ve Slovakya gibi ikinci katar adayları arasına giriyordu. Fakat bu metin İsveç ve İtalya'nın da desteği ile Yunanistan tarafından engellendi ve sonunda Türkiye başka bir yazılış biçimine yanaşmadığı için 79 sayfalık deklarasyonda ülkemizin adı bile geçmedi.
*
Türkiye ile Almanya'nın üzerinde anlaşmaya vardıkları paragrafın içeriği ve buna zemin hazırlayan Başbakan Ecevit'in Şansölye Schröder'e gönderdiği mektup oldukça hararetli tartışmalara yol açtı. Kopenhag kriterlerine Güneydoğu ile ilintili olarak atıfta bulunulmasının tekil devlet kavramı ile bağdaşmadığı bile ileri sürüldü. Kopenhag kriterlerinin ‘‘azınlık hakları’’ kavramına yer verdiği doğrudur, ancak bu bağlamda söz konusu olan ‘‘kolektif haklar’’ değildir. AB ülkelerinin, 1974 Kıbrıs müdahalesinin acısını unutamayan Yunanistan hariç, Türkiye'nin toprak bütünlüğünü zedelemek ve milli devlet vasfını değiştirmek peşinde koştuklarına ancak komplo teorileri müptelaları inanabilir. AB üyelerinin çoğunluğunun istediği, gereksinimini hepimizin duyduğu daha fazla demokratikleşme ve bu çerçevede, ekonomik ve sosyal önlemlerin yanı sıra, Kürt kökenlilere dil ve kültür kimliğinin bir şekilde tanınmasıdır. Bu fikri Türkiye'de savunan az mı insan var? Zaten kısmen tanımadık mı? İmralı'da, mahkeme huzurunda bir şehit babasının Kürtçe konuşmasını kim yadırgadı?
Başbakan'ın Alman Şansölyesi'ne mektup yazmakla giriştiği isabetli atılım, AB ülkelerinin büyük bir bölümünün ve özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya'nın Türkiye'nin resmi aday olarak muhatap alınmasını desteklediklerini açıklamalarına fırsat vermiş ve aynı zamanda Türkiye ile Almanya arasındaki diyalog kopukluğunu sona erdirmiştir. Yunanistan'ın mukavemeti bu aşamada kırılmadıysa da zamanın onun lehine çalıştığı iddia edilemez. AB bugün bütün Avrupa'yı kapsayacak bir süreç içindedir, o kadar ki, etnik ihtilafların üstesinden gelmek için öne sürülen Güneydoğu Avrupa İstikrar Paktı projesi, Sırbistan dahil, Balkanlar bölgesinin uzun vadede AB'ye entegrasyonunu öngörüyor. Türkiye'nin bu gelişme dışında bırakılması mümkün değil. Kaldı ki, ekonomik entegrasyonunu tamamlamış olan AB, ortak misyonunu gittikçe dış politika, savunma ve kolektif güvenlik alanlarına taşımak istidadındadır ve bu açıdan Türkiye'nin katkısının vazgeçilmez olduğunu bilmektedir.
*
Türkiye'nin, iç çelişkilerini ve dış sorunlarını aşarak, potansiyeli ölçüsünde uluslararası ve bölgesel rolünü oynayabilmesi her şeyden önce Avrupa-Atlantik camiası içindeki konumunu sağlamlaştırmasına bağlıdır. Bu sürecin bir ayağı NATO ve ABD ile ortaklık, diğer ayağı ise AB üyeliğidir ve bu ikisi arasında derin bir etkileşim mevcuttur. Bu gerçeği iyi anladığımız ölçüde başarılı oluruz.
Paylaş