Paylaş
19 MART günü programlar günüydü. Hem ekonomik programın genel çerçevesi ve hem de Avrupa Birliği'ne sunulacak Ulusal Program açıklandı. İkisi arasındaki ilişki çok yakın. Halen ayrıntıları tartışma konusu olan ekonomik program daha kısa süreli, fakat başarısı Ulusal Program'ın başarısının kilit koşulu. Ekonomisinin dengelerini ve bunun vazgeçilmez şartı olan politika tutarlılığını ve sürekliliğini sağlayamayan bir hükümetin AB üyeliği gibi büyük bir projeyi başarı ile yürütmesi beklenemez. Ekonomik programın tatbiki için dış finansman kaynakları zaruri, fakat yeterli değil. Finansmanın miktarı ne olursa olsun, yine en aşağı iki yıl dar boğazlar devam edecek. Bu sıkıntıların yaratacağı ekonomik, siyasi ve sosyal çalkantıların Ulusal Program'ı ne derecede etkileyeceğini zaman gösterecek.
***
Ciddi bir buhran ortamında AB Ulusal Programı'nın açıklanmasının etkisi beklenebileceğinden az oldu. Ekonomik kriz olmasaydı özellikle siyasi kriterlerin Katılım Ortaklığı Belgesi'nin bir hayli gerisinde kalmasına AB çevreleri daha kritik bir gözle bakabilirlerdi. Aksine AB Maliye Bakanları Stokholm'de yaptıkları toplantı sonunda hem ekonomik programa ve hem de Ulusal Program'a destek verdiler. Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz'ın programın zamanla güncelleştirilebileceğini belirtmesi ve kişisel görüşü olarak siyasi önlemlerde daha fazla risk alınabileceğini belirtmesi de çok yararlı oldu. Programın başarısı geniş ölçüde Yılmaz'a bağlı. İzlemeyi çok ciddiye alması, işin peşini bırakmaması ve koalisyon içindeki mukavemetleri kırması lazım. Bunu yapabilecek mi? Şimdiye kadar sebat mizacının en belirgin bir çizgisi gibi görünmedi.
***
Ulusal Program'ın en hassas noktaları siyasi kriterler ve dış politika ile irtibatlı. Kriterler açısından idam cezasının kaldırılması, Milli Güvenlik Kurulu'nun işlevi ve kültürel haklar alanında karmaşık ifadelere bürünmüş sınırlı bir yaklaşım sergilenmiş. İdam cezasının kaldırılmasına AB'de bazı çevreler Öcalan'ın akıbetinden bağımsız olarak prensip bakımından önem atfediyor. Milli Güvenlik Kurulu'nun işlevlerinin daraltılmasının zamana bağlı olduğu genellikle takdir ediliyor. Ana diller konusunda ise birçok AB ülkesinde bu alanda gerçekleştirilen ilerlemeleri henüz göze alamadığımız açıkça anlaşılıyor. Aslında yaklaşımımızdaki ürkeklik için bir sebep yok. Ana dil veya Ulusal Program'ın sözcükleri ile ‘‘resmi dil dışında dil, lehçe ve ağızlar’’ın radyo ve televizyon yayınlarında kullanılmasını ve öğretilmesini yasaklayan hükümlerin kaldırılmasının bu hakların yaygın bir şekilde fiilen kullanılacağı varsayımından ve endişesinden kendimizi bir türlü kurtaramıyoruz. Oysa bu endişenin çok abartılı olduğu diğer ülkelerdeki uygulamalardan belli. Resmi dil dışındaki dillerin kullanılması çağdaş toplumlarda kısıtlı kalıyor, daha çok folklorik bir nitelik kazanıyor. Eğitimde aileler resmi dil dışında çocuklarının ileride mesleklerinde başarılı olmalarını sağlayacak İngilizce veya Almanca gibi dilleri öğrenmelerini tercih ediyorlar. Radyo ve televizyon yayınlarında ise resmi dildeki yayınların çeşitliliği ve zenginliğine diğer dillerde ulaşmak çok zor. Bu dillerin kullanılmasına izin verilmesi daha çok sembolik bir kültürel kimlik tanınması anlamına geliyor. Sosyal uzlaşmaya yardımcı bir unsur.
***
Ulusal Program'da dış politika konularına giriş kısmında yer verilmiş. Dikkati çeken nokta, Kıbrıs meselesinde temkinli ve dengeli bir ifade kullanmış olması. Bunun şimdiye kadar dolaylı müzakerelerde çok uzlaşıcı olarak algılanmayan tutumumuzda özlü bir değişiklik anlamına gelip gelmediğini zaman gösterecek. Fakat zaman çok dar. AB çevrelerinde genel kanaat sonbahara kadar müzakerelere ivme verilemezse, Güney Kıbrıs'ın çözüm olmadan AB'ye üyeliğine kabulüne artık yolun açılmış olacağı merkezinde. Bu riski göze alacak mıyız? Alırsak sonuçlarını tam olarak idrak ediyor muyuz? Bu soruların cevabını bilmiyorum.
Paylaş