2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesi ile Türkiye Ortadoğu’da çok daha aktif ve bazen de aktivist bir rol oynamaya başladı. Bazı girişimler ters tepti veya daha çok sembolik nitelikte kaldı.
Fakat genel olarak Türkiye’nin eskisinden çok daha geniş ölçüde bölgede ağırlığını hissettirdiği ve Türk diplomasisinin daha girişken olduğu kabul edilmelidir.
Özellikle, İsrail ile Suriye temsilcilerinin İstanbul’da buluşarak, ülkeleri arasındaki ihtilafı çözümlemek amacı ile Türkiye’nin de kolaylaştırıcı sıfatı ile katılacağı müzakerelerin başlamasını kabul etmeleri önemli bir başarıdır.
* * *
2000 yılında, Bill Clinton’ın başkanlığının son günlerinde aynı konuda arabuluculuk yapan ABD, Türkiye’nin inisiyatifini takdirle karşılamakla beraber, Suriye’nin Ortadoğu’da terörizme sağladığı desteğe son vermesi gerektiğine de işaret etmekten geri kalmadı.
Daha evvel de, Suriye-İsrail görüşmelerinin İsrail-Filistin barış sürecinden dikkati başka yöne çekmesinden ABD’nin kaygı duyduğu ifade edilmişti.
Bu kaygı çok yerinde görülemez, çünkü Bush’un, kendi başkanlığı sona ermeden, birkaç ay içinde, 60 yıllık bir sorunu çözmek hedefini gerçekleştirmesi olasılığı hemen hemen hiç yoktur.
Ancak ABD’nin, halen önceliği İran iken, İsrail baskısından kurtulmuş bir Suriye’nin bölgede daha büyük bir hareket serbestisine kavuşacak olmasından rahatsızlık duyması mümkündür.
Filistinliler açısından ise, Golan meselesinin Filistin sorunundan önce çözülmesi galiba çok arzu edilen bir gelişme olmayacaktır.
Çünkü Suriye’nin, Ürdün ve Mısır gibi, İsrail ile barış antlaşması imzalayarak onunla diplomatik ilişkilere girmesinin Filistinlileri daha da fazla yalnızlığa itmesi tehlikesi yoktur denemez.
* * *
Diğer taraftan, İsrail muhalefetine göre, Başbakan Ehud Olmert’in şimdi Suriye ile müzakerelere yanaşmasının asıl nedeni, Kudüs belediye başkanlığı sırasındaki bazı tasarruflarına ilişkin iddiaların yargıya intikal etmiş olmasının politik gücünü sarsmasından duyduğu endişedir.
2000 yılında Washington’a yakın Shepherdstown’da bizzat Başkan Clinton’ın katıldığı görüşmelerde iki taraf arasında nispeten önemli görüş farkları ortaya çıkmıştı.
Suriye Golan tepelerinin tamamını istemiş, fakat Celile Gölü’nün doğu sahilinde 10 metre genişliğinde bir şeridi İsrail’e bırakmaya razı olmuştu.
İsrail ise daha geniş bir şeritte ısrar ettiği gibi sınır boyunca Ürdün nehrinin doğusunda güvenlik açısından mevcudiyetini devam ettirmeyi talep etmişti.
İsrail ayrıca Golan tepelerindeki erken ihbar sistemini elinde tutmakta ısrarlıydı, Suriye bu sistemin BM veya ABD tarafından kontrolünü tercih ediyordu.
İçme suyunun %40’ını Celile Gölü’nden temin eden İsrail, bu göle Suriye’den akan suyun azalmayacağı garantisini talep ederken, Suriye de Fırat Nehri’nden sağladığı suyun azalmayacağının Türkiye tarafından garanti edilmesi gerektiğini ileri sürüyordu.
İsrail, kuvvetlerini çekmeye başlar başlamaz diplomatik ilişkiler tesisini isterken, Suriye bu ilişkilerin ancak İsrail kuvvetleri Golan’ı tamamen tahliye ettikten sonra başlamasına taraftardı.
Golan’daki 17.000 civarındaki İsrailli yerleşimcilerinin tahliyesi de çetin sorunlardan birini oluşturuyordu.
Fakat Başkan Clinton’ın ve Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın anılarına göre o devirdeki İsrail Başbakanı Barak’ı anlaşma konusunda tereddüde sevk eden asıl unsur İsrail kamuoyunun Golan’ın terk edilmesine muhalefeti olmuştur. Bu muhalefet, bugün de kuvvetinden kaybettiği izlenimini pek vermemektedir.
* * *
Güçlükler ne olursa olsun Türkiye’nin girişimi kuşkusuz isabetlidir.
Ancak akla bir soru gelmiyor değil. Türkiye’nin dış politikasında çözüm bekleyen çok ciddi birkaç sorunu var.
Başka ülkelerin sorunlarının çözümü için gösterdiğimiz yaratıcılığı ve enerjiyi hiç değilse bir ölçüde kendi sorunlarımız için de göstersek iyi olmaz mı?