TÜRKİYE-İran ilişkileri özellikle İslam devriminden sonra inişli yokuşlu ve çok kere güvensizlik yansıtan bir seyir izlemişti.
Son zamanlarda ise bu durumun önemli ölçüde değiştiğini, ekonomi ve enerji alanlarında işbirliğinin arttığını, Ortadoğu’daki gelişmeler ışığında birbiriyle örtüşen çıkarların daha iyi değerlendirildiğini görüyoruz.
Hatta, İran’ın nükleer programları konusunda patlak veren krizin çözümlenmesinde bile Türkiye’nin özel bir rol oynamak istediği izlenimi var. Fakat bu rol konusunda Batı’daki algılamalar ve tepkiler bazen beklenilen ölçüde olumlu ve teşvik edici gözükmüyor. Bunun bir kanıtı, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Tahran’ı ziyareti sırasında, Türkiye’nin arabuluculuğunun gündeme geldiği haberi üzerine, ABD Dışişleri Sözcüsü’nün yaptığı açıklamadır.
Sözcü, Türkiye ile ABD’nin görüşleri arasında uyum varsa da, beş BM Güvenlik Konseyi üyesinin ve Almanya’nın sundukları öneri paketi için İran ile bir iletişim kanalının esasen mevcut olduğunu ve bu işlevin AB Konseyi’nin Diplomatik Temsilcisi Javier Solana tarafından yürütüldüğünü belirtti.
***
Türkiye’nin arabuluculuğunu İran’ın istediğini, Batılılarla müzakereleri yürüten Ali Larijani de anlaşılan söylemiş. Bu tutum şaşırtıcı sayılmaz. Larijani, Türkiye’nin ne de olsa İran’ın pozisyonlarına daha fazla sempatiyle bakacağını veya hiç değilse biraz daha zaman kazanılabileceğini ümit ediyor olmalı.
İyi de, arabuluculuk Türkiye’ye ne getirir? Prestij mi, yoksa hüsran mı?İşin sonunda her iki tarafla da kötü kişi olmak var. En iyisi bugünkü gibi İran ile paralel temasları sürdürmek ve gerekli telkinleri dostça yapmaktır. Kaldı ki Ortadoğu sorunlarında arabulucu veya Gül’ün dediği gibi "kolaylaştırıcı" havasına girmek, imaj bakımından da doğru değil.
Sanki Müslüman ülkelerle diyalog tekelinin bizde olduğunu düşündüğümüz intibaını veriyoruz. Batılı ülkelerin bu ülkelerle bazen bizden de yoğun her türlü ilişki içinde olduklarını unutmamalıyız.
***
İran ile ilişkilerimizin bugün eskisinden çok daha iyi olması büyük önem taşımakla beraber bu gelişme, ilişkilerin geçmişi hakkında bir efsane yaratılmasına yol açmamalıdır. Örneğin, Türkiye ile İran’ın 1639 Kasrı Şirin Antlaşması’ndan beri istikrarlı sınırlar içinde bir iyi komşuluk ilişkisinde olduğu teması pek geçerli değildir.
1639’dan sonra Türkiye ile İran arasında savaşlar eksik olmamış, İran Bağdat ve Basra’yı ele geçirmeye teşebbüs etmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Ermenilerin silahlandırdığı Kürt çeteleri, İran’dan Türkiye’ye girerek bir isyan hareketi tahrik etmişlerdir. İran’ın çok yakın bir geçmişte hem PKK’ya hem de Türkiye’deki köktendinci teröre verdiği destek de hafızalarda canlıdır.
İlişkiler düzelme sürecine girince mazinin duygusal kıskaçlarından sıyrılmak gerektiği doğrudur; fakat bunu yaparken seçici şekilde hareket edilmemelidir. Bugün, kolektif belleğin yalnızca İran değil, fakat Rusya hakkındaki olumsuz tarihi algılamalardan sıyrılmasını teşvik eden çabalar dikkati çekmekten geri kalmıyor.
Tarih çarpıtılmadıkça buna itiraz edilemez. Ne var ki Batı, özellikle ABD söz konusu olduğunda, sanki ilişkilerimiz sürekli olumsuzluklarla doluymuş algılamasını yaratmak için muazzam gayret sarf edildiği de bir gerçek. Bir ülkede kolektif belleğin selektif olması, dış politikanın akılcı bir zemine oturtulmasını engeller.