Paylaş
Türkiye hakkındaki incelemeleri ile bilinen Amerikalı diplomat George Harris, 1972 yılında ‘‘Sorunlu İttifak’’ adlı bir kitap yazmıştı. Gerçekten 1960'lı yıllarda ve 70'lerin başlarında Türk-Amerikan ilişkileri, ABD'nin diplomatik hatalarından kaynaklanan, fakat aynı zamanda Türkiye'deki iç etkenlerin ağırlaştırdığı ciddi bir buhran devresinden geçiyordu. Geçen ay, ABD Kongresi Dış İlişkileri Komitesi'nde daha önce çalışmış ve şimdi bağımsız bir araştırmacı olan Katherine Wilkens'in 1998 sonunda yayınlanan ‘‘Sorunlu Müttefiğin Kimlik Arayışı’’ başlıklı kitapçığı elime geçti. Eskiden vurgu ittifak üzerineydi, şimdi ittifak belki hiçbir zaman olmadığı kadar iyi gidiyor, fakat sadece araştırmacıların değil, ABD Hükümeti'nin gözünde de Türkiye sorunlar içinde debelenen bir müttefik.
*
Bu yaklaşıma şaşılabilir mi? Hayır, çünkü kendi algılamalarımız daha da acımasız. Nasıl olmasın ki, ülkenin sorunlarının somut boyutları yeterli derecede ürkütücü iken, bunların tartışmasını soyut bir maceraya sokarak iyice içinden çıkılmaz hale getirmekteki maharetimizle kimse yarışamaz. Yargıtay Başkanı'nın demeci etrafında kopan fırtına, bunun en güzel örneği. 1982 Anayasası'nın demokratikleşmesi konusunda geniş bir konsensüs var. Münakaşa, yapılacak değişikliklerin özü üzerinde yoğunlaşacağına, episternolojik ve teolojik tartışmalara girişiliyor ve dogmalar çatışıyor, politik kutuplaşmalar derhal keskinleşiyor. Bu çeşit felsefi söylemler her ülkede vardır, fakat genellikle akademik ve entelektüel çevrelere inhisar eder. Politik gündemi ve gazetelerin koca puntolu manşetlerini günlerce işgal etmez.
Bu parantezden sonra Türk-Amerikan ilişkilerine dönelim. İki ülke arasındaki ortaklık, 1949 Truman doktrininden beri çetin sınavlardan geçti, fakat her defasında anlaşmazlıklar, krizler ve karşılıklı güven bunalımları aşılabildi. Aslında Soğuk Savaş mantığına dayanan ortaklık, bu savaşın sona ermesinden sonra beliren yeni jeopolitik ortamda belki daha da kuvvetlendi. ABD Öcalan'ın yakalanmasında kilit bir rol oynadı, Türkiye'nin AB üyeliği için her aşamada aktif girişimlerde bulundu, depremden sonra uluslararası örgütlerin Türkiye'ye mali destek vermesine öncülük etti. Orta Asya ve Kafkasya petrol ve gazının Türkiye üzerinden dünya piyasalarına ulaştırılması için çaba harcayan yine ABD. Türkiye de, bazen kendi dış politika tercihlerini zorlayarak ABD'ye destek vermekten geri kalmadı.
*
Başbakan Ecevit'in Washington'a bu ay içinde yapacağı ziyaret bu nedenlerle güneşli bir siyasi hava içinde gerçekleşecek. Fakat hiç bulut yok değil. İnsan hakları konusunda ABD'nin eleştirilerinin tonu arada sırada yükseliyor, ülkemizde köktendincilik ile ilgili kaygılar abartılı bulunuyor, ordunun siyasetteki ağırlığı yadırganıyor. Güneydoğu sorunu sadece bir terör sorunu olarak algılanmıyor, Türkiye'ye en modern silahların satılmasında güçlükler beliriyor.
Bunların hiçbirisinin Ecevit'in seyahatini gölgeleyecek ölçüde gündeme getirilmesi beklenmemelidir. Başbakanı bekleyen en hassas konu Kıbrıs olacaktır. ABD, G-8'lerin haziran ayında kabul ettiği karar çerçevesinde, Türklerle Rumların önkoşulsuz, başka bir deyimle, KKTC'nin egemenliği peşinen tanınmadan, masaya oturmalarında ve iki yıldan beri ileri sürdüğümüz gibi konfederasyon değil, fakat gevşek bir federasyon içeren bir çözüm şeklinde ısrar edecektir.
Ecevit ne yapacak? 1974'te önderliğini yaptığı askeri müdahalenin taksime veya konfederasyona uygun bir fiili durum yarattığı doğrudur. Fakat buna rağmen o tarihten 1997'ye kadar federasyon tezine sıkı sıkıya biz sarıldık. Sonra, Türkiye'nin AB ile ilişkilerinin en kritik noktasında tutum değiştirdik. Moral bakımdan haklıydık, fakat moral haklılık her zaman siyasi basiret anlamıza gelmez. Gerçekçi olmalıyız. Talleyrand'ın dediği gibi, ‘‘en iyi, iyinin düşmanıdır.’’
Paylaş