SONUÇLARI ülkeyi müzmin bir istikrarsızlığa sürükleyebilecek uzun vadeli bir siyasi kilitlenme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumuzu görmezlikten gelemeyiz. Bu gelişme aslında kaçınılmaz değildi, biraz politik basiretle önlenmesi pekálá mümkündü.
2007 yılında Cumhurbaşkanı seçiminin bloke edilmesinden sonra temmuz ayında yapılan seçimler, AKP’ye TBMM’de beklentilerin ötesinde bir çoğunluk kazandırmıştı. Cumhurbaşkanlığı için oydaşmaya dayanan bir aday yerine Abdullah Gül’ün seçilmesi bile birtakım protokol anormallikleri pahasına geçiştirilebilmişti.
Gül’ün uzlaşıcı karakteri ve esnekliği, Cumhurbaşkanlığı’nın sürekli bir çatışma konusu haline gelmesini önleyebiliyordu. AKP’nin, üzerindeki tartışmayı lüzumsuz yere aceleye getirmesine rağmen, önceliği yeni bir anayasaya vermesi de isabetliydi. Fakat ne olduysa, işler birdenbire rayından çıktı, MHP’nin atılımıyla üniversitelerde türban yasağının kaldırılmasını öngören Anayasa değişikliği siyasi ortamı fena halde gerdi.
Yargıtay Başsavcısı, muhtemelen AKP kapatma davasının iddianamesini nasıl olsa Anayasa Mahkemesi’ne gönderecekti, ancak türban meselesi bu iddianamenin çok daha fazla inandırıcılık ve destek kazanmasına katkıda bulundu.
* * *
Bütün bu gelişmelerde, 1 Mayıs olaylarının da teyit ettiği gibi, Başbakan’ın üslubunun, duygusallığının, ani tepkilerinin ve aceleciliğinin rol oynamadığını söylemek mümkün değildir. Oysa Tayyip Erdoğan gerektiğinde esneklik gösterebileceğini ve aldığı pozisyonlardan geri çekilebileceğini daha önce kanıtlamıştı.
Şimdi de kapatma davasında Anayasa Mahkemesi ile zamansız bir karşı karşıya gelmekten kaçındığının işaretlerini vermektedir. Ne var ki ok artık yaydan çıktığından ciddi bir krizin önlenmesi son derece güç görünmektedir.
AB’nin kapatma davası konusundaki tutumu, bazı çevrelerde sürekli alerji doğuruyor, fakat AB Komisyonu temsilcilerinin gözlemlerinin hiç değilse bir kısmı üzerinde düşünmemizde mutlaka yarar vardır. Olli Rehn birkaç gün önce Oxford Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada Türkiye’de çatışan vizyonların neden olduğu gerilime değinmiş.
Rehn iki temel kırılma noktası üzerinde duruyor. Birincisi, "Müslüman demokratlar" ile "ulusalcı otokrasi" arasındaki kırılma. İkincisi ise sosyal hareketlilik sonucu "büyük şehirlerin siyaset ve iş dünyası elitleri ile orta sınıf dindar Anadolu girişimcileri ve diğer bölgeler arasındaki kırılma".Rehn’in kullandığı sıfatlara itiraz edilebilir, fakat işaret ettiği kırılmaların seçim sonuçlarına da yansıdığı doğru değil mi?
* * *
AB temsilcilerinin AKP’ye karşı münhasır bir sempati besledikleri de söylenemez. Türkiye’de seçimleri kazanabilecek liberal eğilimli bir orta sağ parti veya gerçek bir sosyal demokrat parti mevcut olsaydı onları kuşkusuz desteklerlerdi. İçinde bulunduğumuz durumun başlıca çelişkisi, zaten bu partilerin eksikliği değil mi?
Nitekim Anayasa Mahkemesi, Yargıtay Başsavcısı’nın isteği doğrultusunda bir karar alırsa ortaya çıkacak iktidar boşluğunun doldurulması için bir alternatif mevcut gözükmüyor.
Muhtemelen yeniden seçimlere gidilecek ve AKP başka bir isim altında, belki biraz zayıflamış olarak iktidara gelecek, fakat kutuplaşmalar devam edecek, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik bünyesi çok daha istikrarsız ve kırılgan olacak.
Bu açmazdan kurtulmanın tek çaresi, bütün siyasi partilerde ve kurumlarda sağduyunun ve uzlaşma ruhunun galebe çalmasıdır. Ne yazık ki şimdiki halde bu konuda iyimserlik beslemek çok zor.