BİZ galiba açmazları seviyoruz veya onlara şu veya bu şekilde kapılmaktan kendimizi kurtaramıyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçimini alın. Anayasa Mahkemesi ilk önce toplantı yeter sayısının da 367 olması gerektiği kararıyla sadece 11. cumhurbaşkanının seçimini değil, bundan sonraki cumhurbaşkanı seçimlerini de çıkmaza soktu.
Mahkemenin Anayasa değişikliği konusunda bu sefer hukuka uygun olarak aldığı karar ise bir Pandora kutusu açtı denilebilir. Şimdi 11. cumhurbaşkanının 22 Temmuz seçimlerinden sonra oluşacak Meclis tarafından seçilip seçilmeyeceği belli değil. Meclis’te tekrar bir kilitlenme halinde yeniden seçimlere gidilirse, cumhurbaşkanının bu sefer halk tarafından seçilmesine kapı açıldı.
Tabii akıl ve basiret, birinci şıkkın tercih edilmesini, seçimlerden hemen sonra cumhurbaşkanı seçimine gidilmesini ve bir oydaşmaya süratle varılmasını gerektirir. Fakat politikada akıl ve basiret o kadar makbul değil. Anayasa’da lüzumlu ayarlamalar yapılmadan cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin sakıncaları ise artık gayet iyi biliniyor.
* * *
Seçim kampanyasındaki üslup da ister istemez hüzün ve karamsarlık doğuruyor. Evet seçim nutuklarında polemikten kaçınmak zordur. Fakat bunun bir derecesi olmalıdır. Daha kısa bir süre önce polemik sanatının çok geliştiği Fransız seçimlerini izledik. Kimse bizdeki gibi birbirine hakaret etmedi, vatana ihanet suçlamalarında bulunmadı, sesi kısılıncaya kadar avaz avaz bağırmadı, ip fırlatmadı.
Sarkozy ile Segolene Royal arasındaki televizyon tartışması da genellikle gayet olgun bir ortamda cereyan etti. Bizde bu gibi televizyon tartışmalarının mutlaka yapılmasına ihtiyaç var. Seçmenler o zaman liderleri yetenekleri ve mizaçları açısından daha iyi değerlendirme fırsatını bulurlar. Televizyon tartışmasından kaçınmak, sınavdan kaçınmak gibi bir şey. Meydan nutukları tabii daha kolay.
Bu seferki seçimlerin karamsarlık yaratmasının kuşkusuz arka planda başka nedenleri de var: Had safhada kutuplaşma, politikayı çeşitli yöntemlerle etkileme çabaları, hoşgörüsüzlüğün gittikçe tırmanması, dışlayıcı ve zenofob bir militan milliyetçiliğin gelişmesi, şiddet eğilimi, siyasi nitelikte cinayetlere ve suçlara ilişkin davaların bir türlü sonuçlandırılmaması ve hatta bazen buharlaşması, yargıdaki bazı esrarengiz tasarruflar, çetelerin kurdukları anlaşılan "tehlikeli ilişkiler". Bunlar seçimleri de aşan ve giderilmesi çok zor zaaflardır.
* * *
Bütün bu koşullar altında ideolojik sadakat dışında oy vermek isteyen seçmenlerin tercih yapması son derece zor. Radikal Gazetesi’ndeki 6 Temmuz tarihli makalesinde Murat Belge,"Bugünkü ortamda bir solcu için CHP’ye oy vermek, AKP’ye oy vermekten daha güç ve aslında sola daha aykırı bir şeydir. Çünkü CHP’ye verilecek oy, doğrudan doğruya faşizm cephesine verilecek oy demektir... Ama bir solcunun AKP’ye oy vermemesi de son derece doğal ve anlaşılır bir şey" diyor ve oyunu Profesör Baskın Oran’a vereceğini bildiriyor.
Ben hiçbir zaman solcu olmadım. İnsanın kendisini objektif olarak nitelendirmesi kolay değilse de "sol hassasiyetli pragmatik bir liberal" olduğuma inanmak istiyorum. CHP’ye oy vermek, faşizm cephesine oy vermek anlamına gelir diyecek kadar ileri gitmem. Ama bugünkü CHP’nin iktidar olmasından korkarım.
Demokrasi ve insan hakları tutkusunu çok takdir ettiğim Baskın Oran’ın bazı fikirleriyle mutabık değilim, fakat parlamentoya girmesinin çok yararlı olacağını ve kendi kullandığı tabirle birçok ezberin bozulmasına yardım edeceğini düşünüyorum. Ne var ki Baskın Oran benim seçim bölgemde değil. Kime oy vereceğimi düşünmeye devam edeceğim. Belki son dakikada bir ilham gelir!