ORTADOĞU sorunları konusundaki çeşitli toplantılarda genellikle çok karamsar bir hava esmektedir. Yapılan değerlendirmelerde başlıca dört büyük risk üzerinde duruluyor:
Körfez bölgesinde buhranın had safhaya girerek petrol ve gaz ikmalinin ciddi surette aksaması, köktendinci terörün artması, Afganistan’da Taliban’ın kontrolü tekrar ele geçirmesi ve Pakistan’ın kronik bir istikrarsızlığa sürüklenmesi, İran’ın nükleer bir devlet haline gelmesi.
İsrail’in bir nükleer İran’a tahammül edemeyeceğini, ne pahasına olursa olsun önleyici bir darbeye başvuracağını veya bu işi bir şekilde ABD’ye ihale edeceğini düşünenler de az değil. İsrail-Filistin ihtilafının çözümüne öncelik verilmesi konusunda ise genellikle platonik bir oydaşma var.
* * *
Ortadoğu barışının kilit unsurlarından biri kuşkusuz Suriye’dir. Başkan Beşar Esad, Türkiye’nin arabuluculuğu ile gerçekleştirilen temaslar sonucunda Golan tepelerinin iadesine İsrail’in razı olduğunu ve müzakerelerin gelecek yıl başlayacağını açıklamış.
Ne var ki, aynı anda, Washington, Suriye’nin nükleer silah imalinde kullanmak amacıyla plütonyum üretebilecek bir reaktör inşasına Kuzey Kore’nin yardımıyla giriştiğini, geçen yıl İsrail hava kuvvetlerinin bombaladığı hedefin bu reaktör olduğunu haber verdi. Ortadoğu’nun çelişkilerine yeni bir örnek!
İsrail ile Suriye arasında barış antlaşması imzalanmasının Filistin sorununun çözümüne olumlu mu, yoksa olumsuz yönde mi etkileyeceği de sorgulanabilir. Mısır ve Ürdün’ün İsrail ile barış antlaşmaları akdetmelerinin Filistinlilere ne kadar faydası oldu?
İsrail-Filistin ihtilafında çözüm çabalarının başladığı 1991 Madrid konferansından beri herhangi özlü bir ilerleme kaydedilemedi. Bir Filistin yönetimi kuruldu, fakat etkili olamadı. İsrail bu yönetimin can damarını elinde tutmaya devam etti.
2000 yılından sonra ise karşılıklı şiddet gittikçe tırmandı. İsrail’in Gazze’den çekilmesini takiben abluka ve sık sık girişilen askeri operasyonlar yüzünden Gazzelilerin çilesi büsbütün arttı. Bush yönetimi bazı diplomatik inisiyatifler alır gibi gözüktü, fakat bunların hiçbiri ciddi bir çözüm arzusuyla desteklenmedi.
2003’te kabul edilen "yol haritası" káğıt üzerinde kaldı. Kasım 2007’deki Annapolis Konferansı’nın arkası gelmedi. İki gün önce Bayaz Saray’daki Bush-Mahmut Abbas görüşmesinden de somut bir şey çıkmadı.
Filistinliler bugün ikiye bölünmüş durumda. Uluslararası gözetim altında yapılan tamamen serbest seçimler sonunda çoğunluğu ele geçiren Hamas, El Fetih ile koalisyondan çekilmek mecburiyetinde kaldıktan sonra Gazze’de kendi yönetimini kurmayı başardı.
Gazze halkı maruz kaldığı büyük felakete rağmen ondan desteğini esirgemiyor. Hamas’ın katılımı olmadan Mahmut Abbas’ın İsraillilerle yaptığı görüşmelerden bir sonuç çıkması ihtimali yok. Bu nedenledir ki, ABD’nin eski başkanı Jimmy Carter, Bush yönetiminin uyarılarına, itirazlarına ve İsrail’in istiskaline rağmen Ortadoğu’ya son yaptığı ziyaret sırasında Hamas liderlerinden Halid Meşal ile Suriye’de görüşmekte ısrar etti.
Bu görüşmede anlaşılan Hamas, 1967 sınırlarına geri dönülmesi, Kudüs’ün ilhakına son verilmesi, bütün yerleşim merkezlerinin dağıtılması koşuluyla İsrail ile görüşmeye razı olmuş. Carter’ı eleştirenler bu koşulların aslında nihai çözüm koşulları olduğunu belirtiyorlar. Bir bakıma doğru, fakat Hamas’ı yok farz ederek bir çözüme varılamayacağını kabul etmek gerek. Belki de Carter hiç değilse kapıyı aralamayı başardı.
* * *
İngiltere’nin eski Hong Kong Valisi ve eski AB Komisyonu üyesi Chris Patten’in bu konudaki görüşüne burada atıfta bulunmakta yarar var.
Patten, Hamas’ı yok etmek çabalarının başarılı olamayacağını belirttikten sonra, Kuzey İrlanda’da, barışın, terör uygulayan İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu ile özdeşleşmiş olmasına rağmen Sinn Fein Partisi ile yapılan görüşmeler sayesinde sağlandığını hatırlatıyor.
Patten haklı. Politik realiteleri görmezlikten gelerek karmaşık sorunları çözümleme çabaları hiçbir yerde başarılı olamaz.