Paylaş
Türkiye'de bazı deyimler o kadar bitmez tükenmez şekilde ve gereksiz durumlarda kullanılıyor ki, sonunda anlamlarını yitiriyorlar. Bunların başında ‘‘Türkiye bir hukuk devletidir’’ tekerlemesi gelir. Sıkışınca bu tılsımlı formül ile her soruya yanıt verdiğini zannedenlerin sayısı oldukça kabarık, fakat inandırıcılıkları son derece zayıf. Çünkü, hukuk devleti kavramı sadece, iyi olsun kötü olsun, mevcut hukukun uygulanmasını kapsamıyor. Kanunların ve tatbikatın vatandaşlar tarafından adil olarak algılanması, hukuk prensipleri, insan hakları ve haysiyeti ile uyumlu olmaları, kamu vicdanını incitmemeleri, ekonomik, sosyal ve siyasal gerçeklere ters düşmemeleri gerekir.
***
Türkiye'de hukuk devletinden söz edilebileceğine ne Türkiye'de ve ne de uluslararası toplumda fazla inanılmıyor. Avrupa Birliği'nin üyelik müzakerelerine başlamadan önce Kopenhag Kriterleri'nin yerine getirilmesinde ısrarlı davranmasının başlıca nedenlerinden biri, Türkiye'de bu alanda yapılacak çok şey olduğu kanaatini taşımasıdır. AB bu düşüncesinde yalnız değil. ABD Dışişleri Bakanlığı'nın 1999 yılına ait insan hakları raporunun 82 sayfalık Türkiye bölümü aynı değerlendirmeyi içeriyor. İnsanı bazen ürperten, bazen umutsuzluğa sevk eden ve bazen de çileden çıkaran bu raporun en vahim tarafı, çok geniş ölçüde objektif olması. Hatta ABD'nin Türkiye'ye atfettiği önemin etkisiyle bazı ifadelerin yumuşatıldığı izlenimi alınıyor. Hakikat kadar hiçbir şey insanı yaralamaz.
***
Türkiye'ye yöneltilen eleştirilerin yanlış olmadığının hazin bir örneğini üç HADEP'li belediye başkanının gözaltına alınmalarında ve arkasından tutuklanmalarında gördük. Bir noktada tereddüt olamaz. Şayet bu başkanlar gerçekten belediye fonlarını PKK'ya aktarmışlarsa yargılanmaları ve cezalandırılmaları kaçınılmazdır. DGM savcısı elinde yeterli delil varsa harekete geçmek mecburiyetindeydi. Fakat savcı yöntem bakımından seçeneklere sahipti. Belediye başkanları gözaltına alınırken, onlara oy vermiş olan yüz binlerce kişiyi rencide edecek usullere başvurmak şart değildi; kaçacaklarına dair en ufak bir emareye rastlanmamıştı. İş bu kadarla kalmadı, İçişleri Bakanı görevlerine son vererek hukukun temel prensiplerinden ‘‘suçsuzluk karinesi’’ kuralını çiğnedi. Evet, sonunda tahliye oldular ve görevlerine iade edildiler, hatadan geri dönüldü, fakat ne de olsa acı bir tat kaldı, umut ve uzlaşma ortamı zedelendi.
***
Hatadan nasıl geri dönüldüğü üzerinde de durulmalıdır. Besbelli, AB'den ve ABD'den gelen reaksiyonlar ve baskılar başlıca etkeni oluşturdu. Üzücü bir durum. Devamlı Batı'nın reaksiyonları ile yanlış yoldan dönecek ve bir müddet sonra tekrar aynı şeyi yapacaksak, Türkiye Cumhuriyeti'nin Osmanlı Devleti'nden ne farkı kalır? Bol bol üretilen vehimlerden kurtulmanın ve kendimize güvenmenin zamanı gelmedi mi?
***
İttihat ve Terakki'nin, korkunç devlet baskısı, oldu bitti ve ‘‘devlet benim’’ geleneğini sürdürerek bir yere varamayız. Devletin zirvesinden ve Meclis'ten yöneticilere, savcılardan en küçük rütbeli polise kadar yeni bir hukuk devleti kültürü geliştirmemiz ve ona sıkı sıkıya sarılmamız lazım. İnsan haklarından sorumlu Devlet Bakanı'nın başlıca misyonu bu olmalıdır. Onu kösteklemek yerine, desteklemeliyiz.
Paylaş