Paylaş
1999 yılı, deprem faciası dışında, birçok açıdan umutların belirdiği bir yıl olmuştu. 21'inci yüzyılda Türkiye'ye yeni ufuklar açılacağı inancı ile 2000 yılına giriliyordu. Öcalan'ın yakalanması ile teröre öldürücü bir darbe vurulmuş, ülkede barış ve uzlaşmanın egemen olacağı bir ortamın yaratılması kolaylaşmıştı. Aralık 1999'da Türkiye'nin AB'ye üye aday olarak kabul edilmesi Cumhuriyet'in kuruluşundan beri güdülen bir ideal ve amacın gerçekleşmesine kapıyı açıyordu. Avrupa'da birçok çevrelerde Türkiye'nin üyeliğine karşı mevcut muhalefete rağmen, AB üyesi ülkelerin hükümetleri, uzun incelemeler ve danışmalar sonunda, Türkiye'yi Avrupa ile bütünleştirmek iradesini gösteriyorlardı. Kendi uzun süreli çıkarlarını bu yönde algılamışlardı. Yine 1999'da koalisyon içindeki uyum sayesinde ciddi bir ekonomik istikrar programı başlatılmıştı.
***
İtiraf etmek gerekir ki 2000 yılı bir hüsran yılı oldu. Hükümet aynı ivmeyi gösteremedi. Hükümeti oluşturan partiler icraattan çok, koalisyonu muhafaza kaygısı ile hareket ettiler. Cumhurbaşkanı'nın seçimi, Başbakan'ın ille dediği olacak diye lüzumsuz derecede gecikti. Demirel'in görev süresi uzamayınca Cumhurbaşkanlığı'na yine Başbakan'ın bulduğu bir aday seçildi, fakat onun kuvvetli bir kişilik sergilemesi rahatsızlık yarattı. Umulan dikensiz gül bahçesi hayali gerçekleşmedi. Hükümet yeni tutarlı politikalar üretemediği gibi, daha önce ürettiği politikaları da uygulayamadı. Ekonomi bunun en çarpıcı örneği. İstikrar programının siyasi sorumluluk ve katkı ile yürütülmesi sağlanamadı. Bürokratlar ellerinden geleni yaptılar, fakat siyasi destekten mahrum kaldıkları için programın gerektirdiği kanunlar ve kararnameler vaktinde çıkamadı. Özelleştirme programı engellemelerle karşılaştı. Zamanında teşhis edilemeyen banka krizi sermaye kaçışına, borsanın çökmesine ve ekonomik durgunluk ve daralmaya yol açtı. İstikrar programının bütün yükünün dar gelirlilere ve orta sınıfa yükletilmesi sosyal yapıyı sarstı.
***
AB'ye üyelik sürecinde de çok gevşek davranıldı. İç koordinasyonun kurumsal yapısının oluşturulması, aylarca gecikti. Katılım Ortaklığı Belgesi konusunda net bir tavır takınılamadı. Sıfır riziko ile sonuç almak beklentisi ile yürütülen bir politikanın sonunda büyük açmazları beraberinde getireceği bir türlü anlaşılamadı.
***
Yıl sonuna doğru patlak veren cezaevleri dramı, Türkiye'nin yönetim bakımından ne kadar acıklı bir durumda olduğunu bütün dünyanın gözleri önüne serdi. Cezaevlerine girmek için silahlı çarpışma mecburiyetinde kalan bir devletin itibar ve inandırıcılığı ne kadar olabilir? Cezaevlerinde devletin kuvvetlerine direnen mahkûmların fanatizmi tüyler ürpertici idi. Koğuş sisteminin örgüt liderlerinin endoktrinasyon yapmalarına ve baskı uygulamalarına ne derece elverişli olduğu bir daha ortaya çıktı. Fakat Türkiye'nin sosyal yapısındaki çelişkilerin radikalizmi beslediği de gözardı edilemez. Çarpık bir adalet ve hukuk anlayışına dayanan ve kamuoyunun onaylamadığı af kanununun yansımaları da büyük olasılıkla sosyal çalkantılara yol açacak.
***
Sosyal tabloda eğitim de kanayan bir yara. 8 yıllık eğitimle sorunların çözümleneceği zannedildi. Oysa eğitim buhranı sürüyor, eğitim seviyesi bozuluyor. İmam hatip okulları ile aynı sepete konan meslek okulları işlevlerini kaybediyorlar. Devlet üniversiteleri öğretim üyelerini vakıf üniversitelerine sürekli kaptırıyorlar. Vakıf üniversiteleri ise öğretim üyesi yetiştiremiyor. Hükümetin bu konularda büyük bir duyarlılık gösterdiğine şahit olmadık.
***
2001 yılı perspektifleri iç açıçı değil. Ancak herkesin üzerinde anlaştığı bir nokta var: Bu hükümetin alternatifi yok. Yeni bir seçim ise en kötü seçenek. Yıpranmış, yorgun ve dümen kontrolü gevşemiş bir hükümetle yolumuza devam edeceğiz. Bayramınız ve yeni yılınız kutlu olsun.
Paylaş