Paylaş
Kıbrıs Barış Harekátı'nın 25. yıldönümü coşku ile kutlanırken Ecevit'in yine başbakanlık görevinde bulunması çok anlamlı ve mutlu bir rastlantı oldu. Cumhuriyet tarihimizin her zaman gururla anılacak bu parlak sayfasının başlıca kahramanı, hiç şüphesiz müdahale kararının sorumluluğunu yüklenen ve onu başarıyla sonuca ulaştıran Ecevit'tir. Başbakan o zaman cesur ve dirayetli bir şahin kişiliğini sergiliyordu.
Ancak şahinlik her zaman cesaret anlamına gelmez. Bazı koşullar altında temkinli ve ölçülü hareket etmek, hatta gerilemek daha fazla cesaret ister. İsmet İnönü 1963 Aralık olaylarından sonra, etrafındaki şahinlere rağmen, Kıbrıs'a askeri müdahale seçeneğini kullanmamayı yeğliyordu ve haklıydı. Gerçekten o tarihte ordumuzun etkin bir çıkarma yapma gücü pek yoktu ve üstelik Yunanistan'ın hareketsiz kalması beklenemezdi. 1967 buhranında Cumhurbaşkanı Sunay, iç siyasal baskılar nedeniyle riskli bir müdahaleye sürüklenmekte olan hükümeti uyararak, diplomasi yoluyla on bin Yunan askerinin Ada'dan geri çekilmesini sağlayan atılımların önünü açmıştı. İnönü kadar Sunay da, cesaret ve basiret göstermişlerdir.
Şimdi Kıbrıs konusunda yeniden bir kritik dönüm noktasındayız. Bir yandan G-8'ler ve BM Güvenlik Konseyi önkoşulsuz ve federasyon esasına dayanan bir çözüme varılması için müzakere çağrısında bulunuyorlar, diğer yandan Başbakan Ecevit ve Cumhurbaşkanı Denktaş KKTC'nin egemenliği peşinen tanınmadan görüşmeler yapılamayacağını ve çözümün ancak konfederasyon olabileceğini tekrar tekrar dünyaya ilan ediyorlar.
İki milletin iradeleri dışında aynı devlet çatısı altında yaşayamayacaklarını Balkanlar'daki son facialar ispatladığına göre, Türk taleplerinin yadırganmaması gerekirdi. Ne var ki, Kıbrıs sorununun tarihi gelişmesi bu önerilerin kabul görmesine pek elverişli değil. Kıbrıs'ta iki egemen birim yaratan fiili duruma rağmen, 25 yıldır federasyon tezine sarıldık ve Güvenlik Konseyi aynı prensibi benimsedi. Kıbrıslı Rumlar ise Ada'da bölünme zaten fiilen mevcut olduğuna göre, kendi elleriyle buna meşruiyet kazandırmaya yanaşmıyorlar.
Türkiye'yi ne ABD, ne G-9'ler ve ne de Kıbrıs'a ilişkin kararları tavsiye niteliğinde olan Güvenlik Konseyi bir çözüme zorlayabilir. Konuyu bu açıdan tartışmaya lüzum yoktur. Ancak çözümsüzlüğü perçinleyecek olan bugünkü politikamız bizi nereye götürür? Bunu araştırmakta yarar var. Akla ister istemez şunlar geliyor:
- Güney Kıbrıs AB'ye alınırsa Türkiye bir AB üyesinin topraklarını işgal etmiş olarak gösterilecektir.
- Uzun sürede Kuzey Kıbrıs bağımsızlık statüsünü koruyamaz. Türkiye'nin bir parçası haline gelir, fakat Türkiye'ye aidiyeti uluslararası toplum tarafından kabul edilmez.
- AB'nin kapısı belki Türkiye'ye tamamen kapanır.
Bu sonuçlara Türkiye katlanabilir, fakat ağır bir bedel öder. Şu soru da akla geliyor: İlerdeki kuşaklara AB'nin kapısını tamamen kapatmaya bizim kuşağın hakkı var mı?
Oysa Türkiye'nin ve KKTC'nin elinde müzakere masasında değerlendirilebilecek kuvvetli kozlar mevcut. AB ülkelerinin önemli bir kısmı, mesele çözümlenmedikçe, Kıbrıs'ı AB'ye almakta ciddi tereddüt duyuyorlar. Konfederasyon olmasa bile ona çok yakın bir alternatif bulunabilir. Müzakereler Türkiye ile AB arasındaki üyeliği hazırlama sürecine yeni bir ivme kazandırmak için bile kullanılabilir. Ecevit 1974'te cesur bir şahindi. Şimdi cesur bir güvercin olabilirdi. Kim bilir, belki de bu fırsat tamamen kaçmış değil. Diplomaside de istenirse çareler tükenmez.
Paylaş