Paylaş
19 Kasım'da Lefkoşa'dan gelerek ayağının tozuyla kalabalık bir basın toplantısında konuşan Cumhurbaşkanı Denktaş'ı televizyonda izlerken, kendisini hiçbir zaman bu kadar sinirli ve hatta öfkeli görmediğimi düşündüm. Denktaş'ın içinde bulunduğu ruhsal durumu anlamak zor değildi. İstanbul'da görkemli bir AGİT zirvesi toplanmış, Clerides, Türkiye'nin tanımadığı Kıbrıs Cumhurbaşkanı kimliğiyle buna katılmış, basın konferansı düzenlemiş, televizyon ekranlarına çıkmış, Cumhurbaşkanı Demirel ile tokalaşmış, resmi davetlere çağrılmıştı. Çok başarılı geçen AGİT zirvesinin kaçınılmaz bir sakıncası, bir bedeli, fakat Denktaş için kritik bir zamanda kötü bir simge. KKTC tanınmadan Kıbrıs Rum Yönetimi ile doğrudan müzakereleri kabul etmemesini haklı göstermeye çalıştığı sırada aksi bir rastlantı, tutumunu zayıflatabilecek bir çelişki.
***
Sorun kuşkusuz, Kıbrıs'taki fiili durum ile hukuki durumun 1974 müdahalesinden beri bağdaştırılmamasından kaynaklanıyor. Fiilen mevcut olan bağımsız bir devlet, uluslararası hukuk normlarına göre tanınmamış. Bu yüzden KKTC, AGİT zirvesinde yoktu.
***
Türkiye KKTC'nin duyarlılığı nedeniyle zirvede başka türlü hareket edebilir miydi? Kesinlikle hayır. Türkiye prestijini yücelten, istikbal için yeni ufuklar açan, Avrupa'daki siyasal konumunu perçinleyen, ABD ile stratejik ortaklığını vurgulayan, kendine güvenini artıran bir fırsatı kaçıramazdı.
***
Demek oluyor ki ortada, zihnimizde açıklığa kavuşturmamız gereken bazı etkileşimler var. Türkiye'nin çıkarları ile Kıbrıs sorunu arasındaki bağlantı iyi teşhis edilmelidir. AGİT zirvesinde ortaya çıkan çelişki, Avrupa Birliği ile ilişkilerimizde daha da keskin çizgilerle belirgin. Kıbrıs meselesinin çözümünün, AB'ye girmemizin bertaraf edilemeyecek bir koşulu olduğu artık tartışılamaz. Sorunun etrafında terminoloji cambazlığı ile ne kadar dönersek dönelim, gerçek değişmez.
***
Türkiye'de başka gerçeklere karşı olduğu gibi, bu gerçeğe karşı da bir alerji var. ‘‘AB'ye girmek uğruna Kıbrıs'ı satacak mıyız?’’ tepkisi yaygın. Dışişleri Bakanı bunu bildiği için, yuvarlak ifadelere sığınarak ‘‘AB'ye girmek için ödün vermek söz konusu değildir’’ diyor. Peki, ne yapacağız? Kaçamaklı bir politikayı uzun vadede sürdürmek büyük hata olur. Sonunda hem AB trenini kaçırırız ve hem de çözümsüzlüğün gittikçe artacak olan olumsuz etkilerine katlanmak mecburiyetinde kalırız. Unutuyoruz ki, ödün hiçbir zaman tek taraflı olmaz, karşılıklı olur. Karşılıklı ödün verilmeden tarihte hangi uzlaşmaya varılmış? Kaldı ki, müzakereleri başarıya ulaştırmak, tek bir tarafın elinde değildir. Diğer taraf menfi bir tavır takınırsa sonuç alınamaz, fakat tarafların yaklaşımlarının uluslararası yansımaları anlamlıdır. Türkiye ve KKTC için Helsinki zirvesine kadar özellikle önemli olan uzlaşmaz oldukları izlenimini yaratmamaktır.
***
Kıbrıs sorunu hakkında politika üretmeye yönelik sağlıklı bir değerlendirme yapılması, zannederim her şeyden önce şu sorulara cevap aramaktan geçer:
- Soğuk Savaş sonrasında genel eğilim etnik parçalanma istikametinde iken, Kıbrıs'ta fiilen ayrılmış olan iki milleti birleştirmekte uluslararası toplum niye ısrar ediyor?
- Türkiye ve KKTC için bir çözümün içermesi gereken asgari koşulları nelerdir?
- Çözüm ne getirir, ne götürür, çözümsüzlük ne getirir, ne götürür?
Bu sorulara bir sonraki yazımda cevap vermeye çalışacağım.
Paylaş