Paylaş
DÜNYADA ABD dışındaki ülkelerin küresel bir dış politika yelpazesiyle uğraşma olanakları yoktur. Onlar daha çok kendilerini ve bölgelerini doğrudan ilgilendiren sorunlara dikkatlerini yöneltirler. Türkiye için de aynı prensip geçerli, ancak onun coğrafyası farklı. Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra jeopolitik sorumluluk ve etki alanı çok genişledi. Balkanlar, Karadeniz, Kafkasya ve Orta Asya Türk diplomasisinin yeni yoğunluk merkezleri haline geldi. İç politikanın dış yansımaları çoğaldı. Helsinki Zirvesi'nden sonra AB üyeliği süreci başlıbaşına bir diplomatik seferberliği gerektiriyor. Bu durumda personel, teşkilat, uzmanlaşma, bütçe ve altyapı bakımından kısıtlı olanaklara sahip bulunan Dışişleri Bakanlığı'nın prioritelerini doğru saptaması ve kaynak, vakit ve enerji israfını önlemesi şarttır.
Önceliklerden söz etmenin nedeni, dış politika faaliyetlerimizin bazen fazla dağıldığı izlenimini almamdır. Örneğin, Latin Amerika şu sırada Türkiye'nin herhalde odak noktası olamaz. Ne var ki bir süre önce muhtemelen BM Güvenlik Konseyi üyeliğine adaylığımıza destek aramak için Latin Amerika ülkelerine bir ‘‘çıkarma’’ yapmak ihtiyacını duyduk. Sonra birdenbire adaylığımızı geri çektik. Kazanma şansımız olmadığı için bu yerinde bir karardı. Zamanında alınmış olsaydı, kaynak ve enerji tasarrufu sağlanacaktı.
*
Yine öncelik kavramı ile bağdaştırmakta sıkıntı çektiğim bir konu, İslam Konferansı Genel Sekreterliği'ne adaylığımız. Anlaşılan adaylığımıza özellikle Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinden itiraz geliyor. Basına intikal eden bilgilere göre, bu ülkeler Türkiye laik bir devlet olduğu için adaylığımıza tepki gösteriyorlar. Olabilir, ancak unutmamak gerekir ki, Türkiye İslam Konferansı'na, anayasal rejimini kuşkusuz gayet iyi bilen Suudi Arabistan'ın devamlı ısrarı üzerine girmişti. Başından beri Türkiye, konferansın her toplantısında kabul edilen kararların anayasası ve dış siyasetinin prensipleriyle bağdaştığı ölçüde uygulanacağını belirten bir çekince ileri sürer. Dolayısıyla Suudi Arabistan'ın tutumunu sadece laiklik sorununa bağlamak yeterli değil. İki ülke arasındaki ilişkilerin yakın zamanlarda çeşitli nedenlerle bir hayli soğuması da büyük olasılıkla rol oynadı. Fakat bütün bu öğeleri bir tarafa bıraksak bile, akla bir soru geliyor: Suudi Arabistan'ın adaylığımızı desteklediğini varsayalım, bir Türk diplomatı dini politikanın veya hiç değilse söyleminin çok ağır bastığı bir kuruluşta Genel Sekreterlik görevini rahatlıkla nasıl yapar? Adayımız seçilmezse, çok üzülmeyelim ve bunu Suudi Arabistan ile ilişkilerimizde bir gerginlik unsuru haline getirmeyelim.
*
Öncelik bakımından tartışma götüren bir başka konu da Afrika. Geçenlerde gazetelerde ‘‘Afrika'ya atılım politikamız’’ın meyve vermeye başladığı ve bazı ülkelere ihracatımızın % 100'ün üstünde arttığı belirtiliyordu. Ticaret hacmi rakamları bilinmezse, oranlar değer ifade etmez. Bir milyon doların iki milyon dolara çıkması Türkiye'nin dış ticaretinde fazla bir anlam taşımaz.
Dışişleri Bakanlığı'nda ve diğer bakanlıklarda eskiden beri devir devir bir Afrika tutkusu yaşanır. Heyetler yola çıkar, raporlar hazırlanır ve sonunda hiçbir şey olmaz. Son yıllarda Afrika politik ve ekonomik bakımdan en karanlık günlerini yaşıyor. Afrika'nın dünya üretimindeki payı % 1, dünya ticaretindeki payı ise % 2'den ibaret. 48 Afrika ülkesinin geliri Belçika'nınkinden biraz daha fazla. Kongo'da 6 ülke birbiriyle savaşıyor. Habeşistan ile Eritre arasında şimdilik silahlar sustu, fakat barış yok, Sierra Leone'de Birleşmiş Milletler askerleri rehin alınıyor. Galiba Afrika'ya atılımın pek sırası değil.
Türk dış politikasının öncelikli meselelerinin gündemi olabileceği kadar yüklü. Marjinal sorunlar için boşuna çaba harcamayalım.
Paylaş