Paylaş
BAŞBAKAN Ecevit, bu ayın başında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından düzenlenen ‘‘Uluslararası Avrupa Birliği Şûra’’sına katıldı. Bu ilginç konferans, Türkiye'yi aday olarak kabul eden Avrupa Birliği zirvesinden beri AB üyeliği süreci hakkında devlet kuruluşları tarafından tertiplenen nadir toplantılardan biri idi. Diyanet İşleri Başkanlığı bir ilke imzasını atmak istedi ve Başbakan anlaşılan şûrada hazır bulunmaya özel bir önem atfetti.
***
Bazı noktalar dikkati çekmekten geri kalmadı. Bir kere katılımın niteliği pek iyi anlaşılamadı. Gazetelerden izlediğimiz kadarıyla şûra'ya iştirak eden gayrimüslim din adamları daha çok Türkiye'deki azınlıklara mensuptular. Dış ülkelerden ise sadece akademisyenler geldi. Daha fazla üzerinde durulması gereken ikinci husus, şûra'nın 68 noktalık sonuç bildirisi oldu. Bunda Türkiye'nin tamamen içişi olan birtakım düzenleme önerileri yer alıyor. Diyanet'in yeniden yapılanması, DİB tarafından Brüksel'de uluslararası ilişkilerde deneyimli kişilerden oluşan bir temsilcilik açılması, DİB içinde AB üyesi ülkelere yönelik hedefleri geliştirecek bir birim oluşturulması... Bu konuların şûrada ele alınmasının mantığı pek anlaşılamıyor. Belki de kapsamlı ve iddialı bir kadro genişlemesine uluslararası destek bulunduğu izlenimi yaratılmak istendi!
***
Sonuçlar belgesindeki gariplik dışında bir başka açıdan da şûrayı yadırgadım. Devletin bir yüksek memuru olan Diyanet İşleri Başkanı'nın böyle bir toplantının inisiyatifini almasının ve orada Türkiye'deki en büyük dini otorite kimliğiyle konuştuğu intibaını vermesinin laiklik prensibiyle ne derece bağdaştığı konusunda tereddüdüm var. Denebilir ki ‘‘Evet ama, DİB'yi Atatürk kurdu’’. Doğru da, benim bildiğim Atatürk DİB'yi halkın din ihtiyaçlarını karşılayacak, yetkileri kısıtlı bir kuruluş olarak öngörmüştü. Teolojik doktrin ileri süren ve fetva veren bir kurum olarak düşündüğünü sanmıyorum.
***
Başbakan her nedense Avrupa'ya yeniden çatmak için bu dini forumu seçti. İlk önce ‘‘Biz Avrupalıyız’’ dedi, hemen arkasından da Avrupalıları ırkçı olmakla suçladı. Avrupalı olduğumuza göre biz de ırkçı mıyız? Başbakan buna kesinlikle hayır diyor.
***
Aslında her ülkede değişik şekillerde ve değişik ölçülerde ırkçılık olarak algılanabilecek tepkiler görülür. Toplumlar bireylerinin ekonomik menfaatlerini tehdit eden veya kültürel bakımdan kabulde sıkıntı çektikleri kişilere, gruplara ve onların geleneklerine karşı tepki duyarlar. Buna her ülkede rastlanır. Bizde de düşük ücretlerle çalışmaya razı Rumen işçilerine karşı zaman zaman infial patlak veriyor. Slav ırkından olan mavi gözlü sarışınların hepsini hayat kadını gibi görmek eğilimi beliriyor. Bir ara Türkiye'ye çok sayıda Arap turist gelirdi, şimdi onlara hiç rastlanmıyor. Aynı dinden oldukları halde kültürümüzün kendilerini reddettiğini herhalde anladılar. Türklerle evli yabancı kadınlar kendilerine karşı uygulanan ayrımcılıktan acı acı şikáyet ediyorlar. Geçmişte azınlıklara karşı politikamız pek de masum sayılamaz. Türk ırkından olanlar bile bazen sıkıntı çekiyorlar. Örneğin, KKTC vatandaşları Türkiye'de otomobil satın aldıkları zaman ruhsatlarına ancak kendilerinin bu otomobili kullanabileceklerine dair bir kayıt düşülüyor. Eşlerine bu otombili kullanmak yasak. Bulgaristan'daki soydaşlarımız vize almak için türlü güçlüklere uğruyor. Bunlara bakarak Türkiye ırkçıdır veya ayrımcıdır diyenler olamaz mı?
***
AB üyeliği sürecinde somut olarak en önemli sorun, ne dinler arasında diyalog ve ne de Avrupalıların ırkçılığıdır. Öncelikle yapılması gereken, Cumhurbaşkanı Sezer'in TBMM'deki konuşmasında çizdiği demokratikleşme yol haritasına uymak, bir an önce AB ile üyelik müzakerelerine başlamak ve tarihi bir fırsatı heba etmemektir. Konunun etrafında dönülerek bir yere varılamaz.
Paylaş