Paylaş
‘BİR Varsayım’’ başlığı ile 28 Kasım'da çıkan yazımla ilgili olarak eski Hazine Genel Sekreteri Kemal Siber'den bir mektup aldım.
40 yıllık dostum olan Siber, ekonomik ve mali konularda uluslararası kuruluşlarca takdir edilen engin bir deneyime sahiptir. 1960'larda Washington Büyükelçiliği'nde birlikte bulunduk. 1963'te Büyükelçiliğe Ekonomik Heyet Başkanı olarak tayininin ilginç hikáyesine kısaca değinmek isterim. 1950'lerde, Menderes Hükümeti, Türkiye'yi örnek ülke seçerek ona ekonomik yardımları yoğunlaştırmak kararını alan Dünya Bankası'nın temsilcisini ‘‘işlerimize karışıyor’’ bahanesi ile istenmeyen kişi ilan etmişti. Dünya Bankası bunun üzerine Türkiye ile ilişkileri 10 yıla yakın bir süre dondurmuş ve bundan Türkiye büyük zarar görmüştü. İşte İnönü Hükümeti'nce atanan Siber'in misyonu banka ile ilişkileri yeniden canlandırmaktı. Siber bu görevini başarı ile yerine getirmiş ve Keban Barajı'nın finansmanına katkı dahiil, banka ile bir seri anlaşma imzalamıştı. Siber daha sonra IMF'in Endonezya, Filipinler ve Bangladeş nezdindeki temsilcisi olarak bu ülkelerin istikrar programlarının hazırlanmasında ve uygulanmasında kilit rol oynamıştı.
Kemal Siber'in mektubu şöyle:
‘‘On yıl önce AB'ye üye olsaydık neler olmazdı varsayımına bir varsayım daha eklenebilir: Acaba 10 yıl önce IMF ve Dünya Bankası ile sağlıklı ve yakın ilişkiler kursaydık Türkiye'nin son on yılda başına gelenler önlenebilir miydi?
Kanaatimizce evet. 10 yıl önce AB'ye üye olamadığımız için sıraladığınız olumsuz gelişmelerden, dış politikaya ilişkin olanlar hariç, hemen hepsi 10 yıl önce IMF ve Dünya Bankası'nın desteklediği yeniden yapılanma programları yürürlüğe konularak önlenebilirdi. Türkiye, yabancı direkt yatırımlardan en az pay alan ülke durumuna düşmez, makro-ekonomik dengeler bozulmaz, enflasyon şampiyonu olmazdı. Hayali ihracat ve banka hortumlamaları başta olmak üzere yolsuzlukların geniş ölçüde önü alınabilirdi. Demokrasi de istikrar kazanır ve kuvvetlenirdi.
Ne yazık ki büyük fırsatlar kaçırıldı. Demirel Hükümeti'nde bir teknokrat ve 12 Eylül döneminde Başbakan Yardımcısı olarak Turgut Özal Dünya Bankası'ndan ve IMF'den olağanüstü destek ve yardım sağlamayı başarmıştı. Ancak 1983'te seçimle işbaşına geldikten sonra 24 Ocak kararlarına tamamen ters düşen popülist politikalar izledi. IMF ile stand-by anlaşmalarına 1985'ten itibaren son verdi. Çok sürmeden Türkiye Dünya Bankası nezdindeki kredibilitesini kaybetti. Bankadan en çok yardım alan beş ülkeden biri iken, hiç yardım alamaz duruma düştü.
Özal'dan sonra Demirel Hükümeti kurulunca IMF ve Dünya Bankası 1991'de Başbakan'la temasa geçerek ona Türk ekonomisinin ciddi problemleri olduğunu belirttiler ve istikrarı koruyacak önlemler ve yapısal değişiklikleri içeren bir program hazırlandığı takdirde mali destek sağlanacağı mesajını verdiler. bu öneri üzerinde durulmadı. Popülist politikalar sürdürüldü ve sonunda 1994 krizi patlak verdi.
Bu ibret verici olayları açıklamaktan amacım, halen yaşadığımız kriz döneminde IMF ve Dünya Bankası ile ancak son birbuçuk yıl içinde başardığımız sağlıklı ilişkilerin önemini vurgulamaktır. AB üyeliğimiz yokuşa sürülse veya geciktirilse bile IMF ve Dünya Bankası ile ilişkilerimizi sağlam zemine oturtabilirsek bundan sonraki on yılın geçmiş on yıldan farklı olmasını bekleyebiliriz.’’
Kemal Siber'in mektubundan çıkan başlıca ders, Türkiye'nin uluslararası bir disiplin çerçevesi içine kendisini sokmadan rasyonel ekonomik politikalar gütmekten aciz kaldığıdır. Acı, fakat gerçek. Akla şu soru gelebilir: IMF'nin ve Dünya Bankası reçetelerinin sosyal faturası yüksek değil miydi? Kuşkusuz yüksekti, fakat onları uygulamamanın neden olduğu sosyal yaraların ve ahlaki değerler aşınmasının çok daha büyük boyutlarda olduğunu bugün görmüyor muyuz?
Paylaş