Paylaş
10 Aralık 1999 tarihinde, Türkiye'yi katılma adayı olarak belirleyen Avrupa Birliği Helsinsi Zirvesi'nin Sonuçlar Belgesi'ne verilecek cevap konusunda ilgili bakanlar arasında ciddi bir görüş ayrılığı ortaya çıktığı biliniyordu. 10 ve 11 Ocak tarihlerinde, bu gazetede, o günkü öndeğerlendirme toplantısında ve onu hemen izleyen Bakanlar Kurulu'nda özellikle Kıbrıs ve Ege sorunlarına ilişkin Helsinki kararları üzerinde cereyan eden tartışmaların ayrıntıları yayımlandı. Dışişleri Bakanı da hemen arkasında kendi tutumunu savunan kapsamlı bir açıklama yaptı.
***
Bakan bu açıklamasında, 10 Aralık günü yapılan toplantılarda Helsinki'den gelen belgenin ‘‘objektif bir tahlilini yaptığını’’, bu çerçevede ‘‘Kıbrıs paragrafının olumsuzluğunu’’ anlattığını, ayrıca ‘‘Ege sorunlarına ilişkin paragrafın da istismara konu edileceğini’’ vurguladığını belirtiyor. Ve şunu ekliyor: ‘‘Böylesine nazik bir konuda özellikle Dışişleri Bakanlığı'nın kılı kırk yararcasına değerlendirme yapması gerekir.’’
***
Bakan prensip açısından haklıdır. Dışişleri Bakanlığı'nın görevi kuşkusuz Türkiye'nin çok uzun sürede politikasını etkileyecek bir metni didik didik etmek, olumlu ve olumsuz yönlerini açıklığa kavuşturmak ve bazı yazılış biçimlerinin sakıncalarına işaret etmektir. Ancak işin bu yönü profesyonel ve teknik bir nitelik taşır. Bakanlığın bir de global ve stratejik yaklaşımı olması gerekmez miydi?
***
Dışişleri Bakanlığı 1963'ten beri uzun yıllar çetin bir muhalefete veya tam bir ilgisizliğe karşı AB üyeliği için mücadeleyi çok kere tek başına yürütmüştür. 1987'de üyelik başvurusunu yapan Özal bile daha önceki yıllarda AB'nin tamamen karşısında idi. Ecevit'in o sıralardaki tutumu biliniyor. 1975 yılında Demirel hükümeti zamanında, Yunanistan'ın izinden tam üyelik başvurusu yapmamızı sağlamak amacı ile AB nezdindeki büyükelçimiz rahmetli Tevfik Saracoğlu başta olmak üzere bütün bakanlık çırpınmıştı. Türkiye'nin AB'ye katılması sürecinde cesur ve atılgan rol üstlenmiş bir kurumun 10 Aralık 1999'da, Türkiye'nin kaderinin oynandığı bir günde, daha geniş bir vizyonu yansıtmamış veya yansıtamamış olması, kim ne derse desin büyük talihsizlik olmuştur.
***
Dışişleri Bakanlığı'nın en kritik bir anda kendisinden bekleneni yapamamasının bazı yapısal ve işlevsel zaaflarından ileri geldiği söylenebilir mi? Bilemiyorum, fakat bakanlığın dış politika alanında son zamanlarda marjinalize edildiği izlenimi oldukça yaygın. Atatürk'ten beri süregelen bir gelenek de son 15-20 yıl içinde maalesef kayboldu. O devirde Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı'nın özel bir statüsü vardı. Ona müsteşar değil, ‘‘genel sekreter’’ denirdi. Bakanlığın profesyonel görüşünü aksettiren bir diplomatik ‘‘akil adam’’ sayılırdı ve cumhurbaşkanı ve başbakan onun görüşlerine sık sık başvururlardı. Bunu niye yaparlardı? Çünkü diplomaside en önemli unsurun deneyim olduğunu bilirlerdi. Büyükelçi ve diğer önemli tayinler de onun değerlendirilmeleri sorulmadan yapılmazdı. Siyasal tercihler tayin ve terfilerde rol oynamazdı. Dışişleri Bakanlığı'na politika 1978'de girdi.
***
Bugün gördüğümüz manzara pek iç açıcı değil. En önemli postlarda bile büyükelçiler 2-3 yıl görev görüyorlar, tam randıman vermeye başlayacakları sırada yer değiştiriyorlar. Değerlerini ispatlamış büyükelçiler dışarıda beş yılları doldu diye merkeze çağrılıyorlar ve kendilerine aktif görev verilmiyor.
***
Türkiye'nin uluslararası ve bölgesel alanda ağırlığının arttığı ve gündeminin yoğun olduğu bir devirde, mesleki akıbetlerinden endişe duymadan çalışan diplomatlara ve etkin bir bakanlığa ihtiyaç her zamankinden fazla. Dış politikada hataların bedelinin çok ağır olduğunu gösteren örnekler tarihimizde az değil.
Paylaş