Paylaş
10 Aralık 1999 tarihinde AB Helsinki Zirvesi'nin Türkiye'nin tam adaylık statüsünü kabul ettiği haberi gelince ülke genelinde bir sevinç havası yaşanmıştı. O gece zirveyi temsilen Solana'nın ve Komisyon'dan Verheugen'in Ankara'ya gelmeleri, ertesi günü Başbakan Ecevit'in Helsinki'ye giderek toplantılara katılması gerçek bir kutlama atmosferine dönüşmüş ve hepimiz Türkiye'nin tarihinde çok anlamlı bir dönüm noktasını yaşadığımız duygusuna kapılmıştık. Şahsen ‘‘Artık Avrupa Birliği yolu açıldı, bundan sonrası bizim elimizde’’ diye düşündüğümü hatırlıyorum.
***
Bundan sonrası hakikaten bizim elimizde, fakat bunun bilincine vararak canla başla çalışırsak. Üyelik yolunda diğer adaylarla aramızdaki başlıca fark, AB'nin artık onların her biri ile müzakerelere başlamış olması. Müzakerelere bir kere girişildi mi, birtakım zorluklarla karşılaşılsa bile üyelik çok büyük bir olasılıkla kesin. Bütün çabalarımız müzakere için masaya oturmaya yönelik olmalı.
***
Oysa aradan dört ay geçtiği halde Türkiye'nin üyelik sürecini ciddiye aldığı söylenemez. AB ile diyaloğu hazırlayacak ve yürütecek idari yapı henüz yerine oturmadı. İlk önce bir Başbakanlık genelgesi ile olabileceği kadar tutarsız ve yanlış bir sistem kuruldu, daha sonra bunun değiştirilmesi için bir kanun tasarısı hazırlanmasına girişildi, fakat yetki çekişmeleri yüzünden ilgili kurumlar arasında metin üzerinde uzlaşmaya varılması kolay olmadı. İç Koordinasyon ve Uyum Komitesi Genel Sekreterliği'ne atanan Büyükelçi Volkan Vural'ın hangi yetkilerle donatıldığı ve kime bağlı olacağı daha kesinlik kazanmadı. Personeli de yok, çalışacak binası da. Dışişleri Bakanlığı'nın AB Genel Müdürlüğü ve AB nezdindeki Daimi Temsilcilik gerektiği kadar takviye edilmedi. Diğer aday ülkeler ile ne büyük bir fark! Hepsi, AB üyeliğine milli politikalarında en büyük önceliği verdiler, bütün imkánlarını seferber ettiler, en yetenekli elemanlarını bu işe ayırdılar.
Örgütlenmedeki gecikme Türkiye'nin katılım yardımlarından istifadesini de olumsuz etkiler. Öngörülen mali işbirliğinin boyutu ise ihmal edilecek gibi değil. Hibe yardımları 2000-2002 yılları için 540 milyon EURO civarında. 2000-2001 yıllarında deprem kredilerinin tutarı 600 milyon EURO. 2000-2006 devresinde Akdeniz İşbirliği çerçevesinde 200 milyon EURO'luk bir kredi. Asıl büyük dilim Avrupa Yatırım Bankası'ndan gelecek. 2000-2002 yıllarında bankanın aday ülkeler için katılım öncesi yardımlara tahsis ettiği kaynak 8.5 milyar EURO; Türkiye herhalde buradan büyük bir pay alacak. Bunların dışında altyapı projelerini de banka kısmen finanse edebilecek.
***
Geçen hafta Brüksel'de bazı temaslarım oldu. AB Konseyi ve Komisyonu'ndaki sorumluların Türkiye hakkında büyük bir iyimserlik duyduklarını söylemek mümkün değil. Türkiye'de AB üyeliğini desteklemeyen veya kösteklemek isteyen nüfuzlu kimselerin az olmadığı kanaatini taşıyorlar. Aksilikler de noksan değil. Gelecek hafta yapılacak Ortaklık Konseyi toplantısının arifesinde İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal'ın cezaevine girmesi hayal kırıklığı yaratmış. Üç HADEP'li belediye başkanı tutuklandığı zaman AB Ankara'da yaptığı girişimi açıklamamıştı. Bu sefer ise Akın Birdal için yaptığı teşebbüsten basını haberdar etti.
***
Birdal konusundaki AB yaklaşımına Ankara'nın tepkisi de oldukça sert olmuş. Verilen cevap klasik: ‘‘Türkiye bir hukuk devletidir, yargı bağımsızdır.’’ Şekil bakımından kuşkusuz yerinde bir karşılık. Kanunların uygulanması doğal, fakat her uygulamanın dayandığı yorum bir hukuk ve adalet anlayışını yansıtır. Madem ki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de Türk hukukunun bir parçasıdır, bu çerçevede bir esneklik aranmaz mıydı? Kopenhag kriterlerini benimseyeceksek, mevzuat değişikliklerinden önce insan hakları ve demokrasi kavramı ve zihniyeti bakımından AB ile aramızdaki mesafeyi kapatmalıyız.
Paylaş