Paylaş
İki hafta önceki yazımda, Moskova'daki bir konferansta 20. asır diplomasisi üzerinde yapılan bir tartışmaya değinmiştim. Bu tartışmanın daha ayrıntılı bir irdelemesi ilginç olabilir, fakat bugün, Moskova'daki toplantının bana ilham ettiği daha dar bir konuyu işleyeceğim: Ölümün eşiğine geldiği ve yeniden doğduğu 20. yüzyılda Türkiye'nin diplomasisi.
Osmanlı Devletinin çöküşünde iç zaaflar kadar uzak görüşlü bir diplomasinin noksanlığı rol oynamaktan geri kalmamıştır. Daha 1907 yılında, Mustafa Kemal, Balkanlar'da Makedonya, Ortadoğu'da ise Antakya, Halep ve Musul bölgelerinin imparatorluk sınırları içinde muhafaza edilmesini, diğer toprakların ise terkedilmesini düşünmekteydi. Zamanında ödün verilmezse sonradan kayıpların çok daha vahim olacağının bilincindeydi ve nitekim öyle oldu. Balkan Savaşı patlak verdiğinde Osmanlı ordusunun büyük bir kısmı Yemen'deydi...
Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı'na iştirake de taraftar değildi. Gerçi savaşa girilmese de imparatorluk dağılmaya mahkumdu, fakat bu süreç daha tedrici olacaktı ve milletin enerjisi bir cepheden diğerine koşarak tüketilmeyecekti, ülke harabeye dönmeyecekti.
Milli Mücadelenin sadece savaş meydanlarında değil, fakat aynı zamanda diplomasi yoluyla kazanıldığı unutulmamalıdır. Sovyet Rusya ve Fransa ile uzlaşma ve işbirliği, zafer stratejisinin önemli bir ögesiydi.
Atatürk olayların nasıl gelişeceğini önceden sezebiliyor, zamanlamayı gayet iyi ayarlayabiliyor ve sorunlara, daima duygusallıktan uzak kalarak, sağduyu ve ölçü ile yanaşıyordu. Yüzeysel başarıların peşinde koşmuyordu. Lozan ve Montrö Konferanslarında ve Hatay sorununda bütün güçlüklere rağmen sonuç alınması bu sayede mümkün olmuştur.
İsmet İnönü de Atatürk'ün izinden giderek Cumhuriyetin dış politikasını büyük basiretle idare etti. İkinci Dünya Savaşı'na Türkiye'yi bulaştırmamak için güttüğü politika tek kelimeyle dahiyane idi. Savaştan galip çıkan Sovyetler Birliği'nin baskılarına ve Türkiye'nin egemenlik ve toprak bütünlüğüne yönelik taleplerine, Batı'nın desteğini sağlayarak, azimle mukavemet etti.
1952'de NATO'ya katılmamız geniş ölçüde Menderes hükümetinin bir başarısıydı. Fakat o tarihten sonra saplantı ve duygusal tepkilerden, amatörce yaklaşımlardan, kurnazlık hevesinden kaynaklanan bir bocalamalar devri başladı. Bağdat Paktı gibi lüzumsuz v etehlikeli maceralara sürüklendik. Arap milliyetçiliğini karşımıza aldık, Batı'nın bölgedeki menfaatlerini korumakta ‘‘kraldan fazla kral’’cı davrandık. Bugün hala tutarlı bir Ortadoğu politikası geliştiremiyoruz.
1950'lerden itibaren dış politikamıza Kıbrıs sorunu hakim oldu. Bu sorunun çözümü ya tarafların rızasına dayanan bir taksimi veya kapsamlı bir Türk - Yunan uzlaşmasını gerektiriyordu. 1959 anlaşmalarıyla bu ikinci yola girildiği sanıldı, fakat uzlaşma, çok kısa zamanda, Rumlar tarafından ihlal edildi. 1974 Barış Harekatı Adadaki fiili durumu Türkiye'nin lehine çevirirken Yunanistan'a demokrasinin avdetini ve onun AB'ye üye olarak kubülünü süratlendirdi. Türkiye o sırada üyelik başvurusunu yapmamakla büyük birf ırsat kaçırdı. O zaman bugüne oranla çok daha müsait olan ortamda bu müracaatı yapabilseydik, Türkiye'nin önünde açılacak geniş ufuklar sayesinde iç ve dış sorunlarımızın çözümlenmesi büyük bir olasılıkla kolaylaşacaktı.
21. Yüzyıl için genel bir dış politika stratejisi geliştirilirken birkaç ay sonra terkedeceğimiz asırdaki tecrübeleri hatırlamakta herhalde yarar var.
Paylaş