Paylaş
Haftanın belli günlerinde öğle vakitlerinde Beşiktaş’taki Turgut Vidinli’nin restoranında toplanırdık. İki Kabataşlı, Hilmi Yavuz ve Hasan Pulur, kadim dostum Eski Eser ve Müzelerden sorumlu Kültür Bakanlığı müsteşar muavini Murat Katoğlu, rahmetli Orhan Duru, sonraları Ali Rıza Kardüz ve Ahmet Piriştina zamanında İzmir Belediyesi’nin faal genel sekreteri Hasan Fehmi Mani, bu uzun öğlen yemeklerinin müdavimleriydi. Bu buluşmalar ucundan yetiştiğim eski İstanbul’un masa sohbetlerinin artık tükenmiş bir örneğiydi.
Cahit Kayra’yı dinlemekten çok memnundum. Bakanlığı sırasında sadece uzaktan ismini duymuştum, fakat onu sadece bir kişiden duymamıştım, çağdaşlarının hemen hepsinden onun hakkında medhüsena duydum. Doğruydu, Mekteb-i Mülkiyemizin yaşayan en eski mezunlarındandı; (1938 yılı). 1917 doğumlu bir insan benim ailemde de vardı, rahmetli annem. Kuşkusuz annemin görüp yaşadıkları bambaşka bir dünyayı anlatıyordu, Cahit Kayra’nınki de Türkiye’yi.
UNUTAMADIĞIM İNSANLAR
Böyle üç-dört unutmadığım insan daha vardır. Belki insanların yaşam kalitesinden dolayı, en başta Rudolf Karlburger adında Dachau toplama kampında kalmış bir Viyana Yahudisi, yüksek mühendis, onun anlattıkları ve kültüründen, teknoloji tarihi bilgisinden çok şey öğrenmişimdir. İkincisi yine aynı gruptan, imparatorluktan beri Avusturya’nın tarihini yaşamış burjuva bir fabrikatörün kızı Friedl Mertinz (kızı Avusturya Tiyatro Sanatçıları Birliği’nin başındaydı, Hanna Mertinz). Nihayet okuldaki hocalarım. Viyana’dan sonra da hayat boyu görüştüğüm, seçkin Türkolog Andreas Tietze, savaş yıllarını Estonya’da ve Alman işgaline karşı muhafaza altına alınan gruplardan olan Doğu Avrupa tarihçisi ünlü Walter Leitsch geçirdiği zahmetli hayatı, yarı sürgünde yaşadığı Sovyet Kazakistan’ı ve Avusturya’yı içeriyordu.
VARLIK VERGİSİ OKUNMALI
Son bilge, şuurla dinlediğim ve dinlediklerimi değerlendirdiğim Mülkiyeli büyüğümüz Cahit Kayra’ydı. Yazdığı “Varlık Vergisi” benim duyduğum bazı şeyleri doğruluyordu. Sadece gayrimüslimlere konmuş bir vergi değildi ama açıktır ki il düzeyindeki defterdarlıklarda birtakım saptırmalar olmuş. Cahit Bey kurulun üyesi değil, ama en genç maliye müfettişi olarak çok aktif bir danışmanıydı. Etkin bir yön verici olduğu söylenemez fakat konuyu iyi biliyordu. Sakın ola ki bazı hazırcı amatör tarihçiler varlık vergisinin nazariyat ve tatbikatını hazırlayanlardan birinin Cahit Bey olduğunu söylemesinler. Ancak çok iyi bir gözlemci olduğu, notlarını tuttuğu açıktı. Bu kitabını okumak lazım.
FAZİLETLİ BİR İNSANDI
Kayra, Varlık Vergisi uygulaması sırasında kurtlarla kuzuları yiyen, sonra da çobanlarla ağlayan tiplerden değildi. Faziletli bir insandı, cumhuriyetçiydi. Cumhuriyet’ten önceki tarihin hakkını verdiğini söylemeyeceğim. Araştırma yapıyordu. Bu Osmanlı araştırmalarının, o tarihin dibine inecek şeyler olduğunu söylemem ama faydalıydı. Cumhuriyet dönemini ise çok iyi biliyordu. Ne yazık ki bütün notlarını yayımlayamadı ama yayımladıklarının bile okunması çok şeyi değiştirir.
Yakın tarih konusunda iki gözlemci benim için çok önemlidir. Birincisi hiç şüphesiz Şevket Süreyya Aydemir’dir. Cahit Bey de ikincisidir. Cumhuriyet’e objektif olarak bakmak isteyenler, bu iki dalgadan ve iki ayrı nesilden gelen bürokrasinin ve politikanın içine girebilen ve gözlemleyebilen iki yazarımızı bilmek zorundadırlar. Ne yazık ki son zamanlarda bu sohbetlerimiz yapılamaz oldu. Öğle yemeğinin müdavimleri Hasan Pulur, ardından Orhan Duru ve nihayet Ali Rıza Kardüz de bizim dünyamızı terk ettiler.
MÜLKİYELİLERİN FARKI
Bir şeyin üzerinde durmamız lazım, tipik Mülkiyeli olduğunu zannetmiyorum. O mektepteki öğrencilik yıllarım tatlıydı, ama daha hoş öğrencilik zamanım da oldu ve daha verimli yıllardı, daha unutulmaz arkadaşlıklar edindim. Galiba zamanımızın Mülkiyelilerini başkalarından ayıran bir şey vardı, devletin sorumluluğu. Devletin sorumluluğu ve hesap sormayan bir halka karşı, hesap verme edebi bizlere Cahit Kayra’nın neslinden kalmadır. Türkiye bürokratının Cumhuriyet döneminde Osmanlı bürokratından daha çok şey bildiğini söylemem mümkün değil. Tanzimat bürokrasisini şayet Atatürk yanında görse çok daha önemli işleri çabukça yapabilirdi, ama cumhuriyetçi bürokrasinin eskiden bir farkı vardır, o verimsiz ve imkânsızlıklar Türkiye’sinde olmayacak işler başardılar. Sağlık alanında benzer ülkelerin hatta komşuların önüne geçtiler, sosyal adaletsizlik dolayısıyla birçok Avrupa ülkesinde okuyamayacak sosyal sınıfların çocuklarına okuma fırsatı verildi ve yeni Türkiye bunu toplayabildi. Köydeki öğretmen, kasabadaki maarif müfettişi, köy ebesinden tutun da ilk sağlık müdürüne kadar herkes ayrı bir ideolojik donanım içindeydi. Tembel ve miskin insanların yanında inanılmazı gerçekleştirecek ve gerçekleştiren kadrolar da vardı.
Bunlar 1960 ve 70’lerde bile bugün görülmeyecek seçkin, kaya gibi sağlam şahsiyetler olarak bu dünyadan geçtiler. Bizim nesil bu farkı görebiliyor. Cahit Bey’in bunların içinde çok seçkin yeri olan bir şahsiyet olduğuna inanıyorum.
BİR NOT
Cahit Bey’i bulunduğu yer itibarıyla açıktan çok iyi tasvir eden Alev Coşkun’dur. Birlikte çalışma imkânı olduğu için, Cumhuriyet tarihini de çeşitli yönleriyle kaleme alan Alev Çoşkun’un bu değerlendirmesine katıldığımı belirtmek isterim.
KENDİMİZLE YÜZLEŞME VAKTİ
Adnan Dalgakıran, Kabataş Liseli bir kimya mühendisi. Çok genç denecek yaşlarda sanayici oldu. Firması Türkiye sınırları dışında yatırımlar ve ortaklıklar gerçekleştirdi. Kitabına “Türkiye sanayinin doğum yeri Perşembe Pazarı’nın dar sokaklarıdır” ibaresiyle başlıyor, doğrudur. Yıllar önce Harvard’ın ünlü ekonomisti ve iktisat tarihçisi David Saul Landes’i Hasköy ve Balat’ta gezmeye çıkardığımda civardaki imalat atölyelerine takılıp kaldıydı. Landes teknoloji tarihine son derece düşkündü ve iktisatçı özgünlüğü de buradan ileri gelirdi.
GİRİŞİMCİ DEĞİL GİRİŞKEN
Dalgakıran aykırı bir sanayici. Tenkitleri çoğu zaman hükümetleri rahatsız eder. Bu kitaptaki gözlemleri kolay bilinecek analizler değil. “Türkiye’deki başarı küresel kantarda tartılmalı” diyor, haklı. Bazen illüzyonla dışarıdan seyrettiğimiz bu iktisadi ve teknolojik gelişmenin dibine inmemiz gerekiyor. “Girişimci”, entrepreneur, menajer dediğimiz zümrenin tercümesi oluyor. Dalgakıran ise bunları Türkiye sanayinde “girişimci” değil “girişken” diye tarif ediyor. Birbirinin kopyası işler üreten, kısa yoldan zengin olma hayali kuran insanlar... İkisinin arasında çok fark olduğu ortada.
Her 10-15 yılda bir kabuk ve üye değiştiren “girişken” sınıfların doğrudan doğruya gelen iktidarlarla akrabalık, particilik ve hemşerilik bağlarıyla sahneye çıkıp indiği çok açık. Kitapta ayrıca know-how bilgisi, teknolojik bilgi birikimi, sivil toplum ve sanayici ilişkileri dolayısıyla iktidar karşısında üretici sınıfların tutum ve konumu tartışılıyor.
YARAMIZ BEYİN GÖÇÜ
Adnan Dalgakıran’ın değindiği önemli bir nokta da bizim yaramız, beyin göçü. Bunca zamandır en azından Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Koç, Bilkent ve Boğaziçi gibi seçkin kurumlarda birçok dâhi genç yetiştiriyoruz. Peki bunlar nerede? Dalgakıran, “Yaratıcı sınıf nasıl yetişiyor? Yetiştikleri bir toprak var, bu toprağın bir kalitesi var, içinde mineraller, elementler var ve üzerindeki hava var. Bu bildiğimiz hava veya toprak değil. Bahsedilen toprak eğitim, hava ise özgürlük, hukuk, demokrasi gibi evrensel kavramlar...” diyor. Bunlar doğru. Her şeyden evvel bunların yetiştiği kurumlar ve oradan çıkan insanların yaşam güvencesi ve de tabii ister devlet ister özel olsun müesseselerde tutunma ve terfilerinin değerlendirilmesi gerekir.
ZİHNİYET DEĞİŞMELİ
Şurası açık: Batı Avrupa bile Hindistan, İran ve Rusya’dan çıkan dâhileri elinde tutamayıp kaçırıyor. Hedef Atlantikötesi oluyor. Türkiye’de bu çok daha büyük bir problem. Dalgakıran haklı. Hükümetlerin üniversiteye bakışında, “Benim kontrolümde olsun da ne olursa olsun” zihniyetinin değişmesi gerekir. Bütçenin en kabarık faslını yatırdığımız yerlerdeki lise, üniversite öğrencileri niye Türkiye’de kalmıyor? Neden daha kaliteli bir eğitim göremiyorlar? Bunu sağlayacak idarecilerin tespiti gerekir.
Kitabın sonunda “Karnemiz” adı altında toplumumun konumunu veren birtakım indeks ve ölçeklerden söz ediliyor, ama bizi asıl etkileyen bu karneyi ortaya çıkarmak için başvurduğu kaynaklar. Kullandığı istatistiki kaynaklar ve mukayese cetvelleri son derece ciddi. Kısacası kendi alanında hamleleri olan ama geleceğinde pekâlâ tıkanıklıkların da görüldüğü, önemli yapısal değişiklikler bekleyen bir memleketteyiz.
“Yüzleşme” kitabı, iktisadi hayatımızda gittikçe azalan, var olma ve etkinlik savaşı veren sanayici sınıfın, aslında halinden memnun olması gereken bir üyesinin, kendi sınıfı ve dünyasıyla yüzleşmesinin, problemleri açıkça sergilemesinin bir belgesi. Rahat okunan, sürükleyici bir rapor.
Paylaş