Paylaş
BİR nesil onu unutmak üzereydi ki arkadan gelen neslin yarısı keşfetti. Tanpınar yaşadığı dünyayla birlikte çocuklarının değil ancak torunlarının nesliyle gözde yazarımız oldu. Belki de biraz abartılmış İstanbul nostaljisi; eski hayatın tevazu, zamandan çok etikete, hızlı düşünme ve bol tartışmadan çok içe dönük tefekkür ile tecride yönelik tarafından söz edilmeye başlandı.
BATI’YA AÇILAN KAPI
Edebiyat Fakültesi’nin sevilen profesörü Ahmet Hamdi Bey, Beyoğlu Narmanlı Han’da balkonla çevrili, oda oda kiraya verilen eski Rusya Sefareti’nde bir geniş odada oturuyordu. Avlunun ortası parke taş döşeliydi. Bugün o bina AVM şeklinde restore edildi. Tanpınar mütevazı hayatında eski Türklerin arasında Fransa ve Fransızca dolayısıyla Batı’ya açılan bir kapıydı. Edebiyat Fakültesi’nin eskileri arasında monden takımla belki tek ilgi kuran oydu. Halide Edip Hanım hem sağ hem sol tarafından dışlanmıştır. Adamdan o kadar anlarız.
Huzur’da huzuru bulanlar; Tanpınar’ın eski dünyası ve kültür çevresini tanıdı. Onun Osmanlıcasına sahip değillerdir. Lâkin onun Fransızcasıyla edindiği Fransız medeniyeti ve değerlerini tanıdıkları için iki nesil evvelin bu garplı-şarklı münevverini kavradılar. Huzur aslında Türk Edebiyatı’nın 1980’den sonra klasikleşen eseridir. Dergâh Yayınları, Huzur’un âdeta tenkitli (emandasyon) eleştirel basımını yaptı. Bu özel çalışmanın her sayfasında açıklayıcı notlar var. Huzur’un yaşandığı zamanların İstanbul’unun fotoğrafları ve mekânlarının çizimleri okuru o günlere götürüyor. Sadece Huzur değil Ahmet Hamdi Tanpınar külliyatı özel ve uzun bir çalışmayla yeniden hazırlanmış, Paul Valery’nin ilk (Monsieur Teste) tercümesiyle birlikte. Türk aydın alemine faydalı bir hizmet.
Huzur’un geçtiği İkinci Dünya Savaşı öncesi İstanbul bir geçiş dönemidir. Eskinin kendini koruduğu değil, sızlandığı, yenilerin hoşlanmadığı bir dönem. Birinci Dünya Savaşı sonrası iktisadî krizin eski dünyaya maledildiği bir devrin İstanbul’u. İstanbul coğrafyasının iki yakası birbirine yabancıydı. Oysa ikisinin de kendine göre tadı vardı. Gözümü açtığım devir 1950’ler sonrası. İstanbul’un bu döneminin tadını kıyısından alan biriyim.
Bizim nesil Tanpınar’ı sevdi ve sıla hasretiyle baktığı bir dünyayı onunla tanıdı. Huzur bu dünyayı veriyor. İddiasız ve gürültüsüz bir pazarlama… Sonra onun neslinden birkaç yazar aynı şeyi gürültülü bir pazarlamayla yaptılar. Tanpınar’ın yaptığı daha Osmanlıca ve daha sadedir.
BAKÜ
KASIM ayının 26’sı Pazar günü Celâl Şengör’le Bakü’deydik. Kültür Sarayı Salonu’nda 100. yıl Türkiye ve Azerbaycan’ı üzerine konuşuldu. Tabii iki ülke arasındaki ilişkiler ve bağlar söz konusu edilecekti. Şunu söylemem lazım; Celâl Şengör Azerbaycan’ın genel aydın gurubuyla büyük bir uyum içinde. İç politikada, laiklik konularında, dış politikada zihniyetin beraber olduğu yerde başka bir birlik istemez. Konuştuğu Türkçe kitleyi etkilemeye ve anında kendine çekmeye son derecede müsait. Azerbaycan halkı lisan dehasıdır. İstanbul Türkçesinin bizde kaybolan çeşidini orada yarattılar.
Bazı şeyleri rahatlıkla konuşabileceğimiz bir diyar. İnsanların varlık nedeni olan konularda çok titiz ama aynı zamanda da hoşgörülü olduğu bir memleket. Orada iki gece kaldık. Ama ne yazık Azerbaycan müziğinden, klasik opera ve tiyatrodan uzak. Programı bir türlü denk getiremiyoruz. Her zaman yaptığım gibi “halı müzesini” gezdik. Eserler korunmuş ve klasik koleksiyonlar büyütülmüş. Üstelik klasik tipteki halılar da dokunabiliyor. Sovyet devrinin programcı, plana hizmet eden hantallığının yerini başka türlü heyecanlar aldı. Şehir zengin, gösterişli bir yapılanma yaşıyor.
BENİ ÇEKEN BİR DÜNYA
İki memleketin arasındaki kültürel ilişkiler ve tarihî temel birlikte yaşamaya çok müsait. Mesela İstanbul Türkçesini televizyonlarından kapan gençlerin telaffuzları bizim Türkçeyi yutarak konuşup bozan kendi gençlerimizden çok daha hoş. Tarihe ilgi başka düzeyde. Doğrusu beni bir aydın ve hoca olarak çeken bir dünya. Celâl Şengör’ün de aynı fikirde ve tavırda olduğunu gördüm.
PALERMO
SİCİLYA’nın başkenti mafyadan temizlenmiş. Hoş mafya her sokağa çıkan insanın hissedeceği bir kuruluş değildi. Sokaklarda anti mafya sloganlar var. Şehrin kültürel hayatı eskisi bütün klasisizmiyle devam ediyor. Mondello Koyu ve Monte Pellegrino bütün güzelliğiyle hayatı etkiliyor. Bir milyonluk bu şehir canlı.
TÜRK OPERA SANATÇILARINI TANIYAN BİR ŞEHİR
İtalya’nın en meşhur eserlerinden birini Teatro Massimo’da Vincenzo Bellini’nin Capuleti ve Montecchi’sini seyrettik. Başrollerden birinde Mert Süngü vardı. Palermo Türk opera sanatçılarını tanıyor. Mert de seviliyor. Bellini’nin rejisörü modernist bir denemeydi. Beni ne rahatsız etti ne de çok etkiledi ama sesler fevkaladeydi. İspanyol’un, Rus’un yanında Mert’in kişiliğinde Türk operası da var. İtalyan operası her zaman yaşar. Zira renkliliğe ve yeni kabiliyetlere önem veriyor. Açık konuşayım; şehirdeki hayat İstanbul’dakinden çok daha ucuz. Nüfus canlı fakat boğucu değil. Güney İtalyan şehirlerinde kozmopolitizm göze batan bir şey değil. İtalyanlık onu kendine göre yontuyor. Sicilya ve Sardinya gibi adalar İtalya’dan çok farklı. Zengin bir tarihin mistik yapısı hep hissediliyor.
Palermo’ya Teatro Massimo’da bu icrayı takip için geldim. Turizm yapmak için geldimse namert olayım. Bakü-Palermo benim için 100. yıl hediyesi oldu. Bakü Celâl Hoca’yı alkışlıyor, İtalya Mert Süngü’yü bayılarak dinliyor. 50 yıl önce söyleseler inanamayacağım manzaralar.
Palermo’nun fakir semtleri var ama buralardan kriminalite tahmin edildiği kadar yüksek değil. İtalya’nın problemli şehirlerinden olmaktan çıkmış. Orta sınıfın hayatı hiç de o kadar çekilmez bir acılıkta değil. Bu konularda memleketimizdeki benzer sancıyı sakinlerin yüzünde görmüyorsunuz.
Eski günlerden farklı olarak Türkler her yerde olduğu gibi Palermo’da da turizm yapıyor. Palermo’daki arkeoloji müzesi meşhur bulguların sergilendiği bir yer. Ama Avrupa’da çok az müze Türk müzelerindeki buluntuların uğrağı olacak durumdadır. Bizim ülkenin klasik mirası malûm; biz gerçek bir tarihî zenginliğe sahip memleketiz. Müzelerimizde herkes ve her şey var.
Paylaş