Paylaş
SON kırk yıl içinde Türkiye bütçeleri büyüdü. Belediyelerin bütçeleri ve imar imtiyazları da gelişti. Turist sayısında artış olduğu gibi bu artışın içinde Doğulu ülkelerden gelenlerin oranı da büyüdü. Bütün bu boyutlar bir araya gelince şehir merkezlerinin sadece eski mescid, kervansaray, medreseler gibi binalarla değil umumi olarak etraflarıyla da birlikte ele alınması gibi bir dönüşüm de programa girdi. Ne var ki Türkiye bürokrasisinin doğal çevre ve tarihi mirası bir araya getirme konusundaki bilgisizliği bir sorun olarak ortaya çıktı.
Mesela Sivas’ta veya Erzurum’daki Selçuki eserlerinin etrafı düzenleniyor; bu olumlu bir puan. Ne var ki etraf meydan taşla, Çin granitleriyle kaplanıyor; ağaçlar kesiliyor, onun yerine çiçek tarhları konuyor. Bu çiçek tarhlarının etrafına da Taksim’de görüldüğü üzere 5-10 güvenlik görevlisi dikiliyor. Manzaranın pek elim olduğunu kimse inkâr edemez. Zavallı çiçekleri vahşi hemşehrilerin koparmasından kurtarmak için korumalara muhtacız.
Mesela Erzurum’da Yakutiye Medresesi, Sivas’ta Çifte Minare’nin etrafında eskiden ağaçlar vardı; çünkü bu Selçuklu devrinde de böyleydi. Meydanlar topraktı veya daha doğal bir şekilde taş döşenmişti. Bunu tamamıyla Çin granitiyle kaplamak için ağaçları kesip çiçek ekmenin pek gerekli olduğunu söyleyemeyiz. Selçuklu ve Osmanlı mimarisi ağaçla güzeldir.
(Lale koruması)
SÜLEYMANİYE’Yİ KURTARMA(!) ASFALTI
Osmanlı payitahtının muhteşem eseri Süleymaniye Külliyesi’nin ara yollarını parkeden kurtarmak için(!) bayağı bir şekilde asfaltlıyorlar, bu ameliyenin hangi restorasyon ve çevre uzmanlığı ve tarihi bilgiyle bağdaştığını sormayın. Bu yeni Türkiye’nin çevre anlayışıdır. Bu çevre anlayışında mermer, olmadı beton kalıp daha makbuldür. Çiçekçilik olumlu bir gelişme olarak benimsendi ama ağaç düşmanlığı da aynı oranda artıyor.
Yeşilliğin, bahçenin hatta korunun bulunmadığı bir Selçuklu-Osmanlı şehircilik anlayışı düşünülemez. Bu istisnai çevre bozulması bir an evvel bilimsel yöntemlerle tedavi edilmeli ve şehirlerin nasıl korunacağı hesaba katılmalıdır. Mesela İran’da ve Lübnan’da, Arnavutluk ve Bosna’da yeşil korunarak restorasyon yapıldığı halde Şark’ın bazı yerlerinde en başta Suudi Arabistan’da ve maalesef Türkiye’de ağacın ve korunun geleneksel şehir ve binaların restorasyonunda yeri yoktur.
TOPKAPI SARAYI GAYRETLİ İNSANLARI BEKLİYOR
19. yüzyılın Avrupa şehirlerinde modernleşme tabiatın hatta tarihin bir ölçüde tahribine dayanıyordu. Viyana ve Peşte, asrın inceliğinin eseri olan muhteşem konut binaları ve resmi binalarla süslenirken yeşilliğe çok önem verilmemişti. Viyana’da Ring denen muhteşem caddenin açılışı sırasında bir tek metrekare bile bırakmadan surların hepsi yıkıldı.
Bu diğer şehirlere hatta bize de bulaştı. Galata Surları ortadan kalktı. Beyoğlu (Pera) büyük ölçüde tabiatın tahribine dayanarak bugünlere geldi. Buna karşılık Suriçi İstanbul ve Anadolu yakası son yirmi yıla her evin bahçesindeki serviler ve meyve ağaçlarıyla direndi. Planlı bir şehircilik yapıldığı ve kamusal bahçelere önem verildiği söylenemez. Bu alana ilk el atan II. Meşrutiyet devrinin ünlü İstanbul belediye başkanı ve operatör Topuzlu Cemil Paşa’dır. Suriçi’nde Gülhane Bahçesi ve Tepebaşı onun eseridir. Ne var ki Topkapı Sarayı’nın denize bakan alanının tekrardan bahçeleştirilmesi, kullanılmayan demiryolunun sökülmesi ve halkın tenezzühüne (gezi) açılması işi gayretli adamları bekliyor.
Türkiye şehirleri yeşil alan kadar insanların ruhi dinlenmesi ve maziye dönerek günün gulgulesinden bir nebze olsun kurtulmaları için eski eserlerin bulunduğu çevreleri, eski sokakların bazılarını korumak zorundadır. Nitekim Yedikule Samatya’daki birkaç yıl evveline kadar mevcut ahşap ev dolu sokakların artık yap-satçıların eline düştüğü, hem çirkinlik hem de havayı bozan yapılar olarak ortaya çıktığı malum.
MEVLÂNÂ MÜZESİ’NDE BİR GARİP ÇALIŞMA
MEVLÂNÂ Müzesi’ni güya genişletmeye kalkmışlar. Kimselerin haberi yok. Kültür Bakanlığı’ndan birkaç kişi karar vermiş olmalı. Belki müzenin o alanda uygun bir şekilde genişletilmesi düşünülebilir ama şart değildir. Hele bu genişleyen bölüm sahadaki eski mezarlıkları tahrip etme ve nakli kubur kaidelerine bile dikkat etmeden kabirlerdeki iskeletlerin ortaya çıkıp saçılmasıyla yapılıyorsa küstahlığın ne dereceye ulaştığını düşünebilirsiniz. Ayrıca bu blokta mezar taşı (şahide) bulunmuş değil; bu kabir taşları daha evvelden mi yoksa yakın zaman da mı yok oldu, nereye gitti, araştırılması gerekir.
Mahalli basın bu konuya el attı. (Pusulahaber’de fotoğraflar yayınlandı.) Mevlânâ Dergâhı çevresindeki mezarlık, Konya tarihi, dolasıyla Anadolu tarihi bakımından çok önemli şahsiyetlerin defnedildiği bir alandır. Bu ilgisizliği anlamak mümkün değil. Müzeye yapacağınız ek binayı 200-300 metre hatta yarım kilometre uzağa yapabilirsiniz, çevrede buna müsait binalar ve arsalar var. Bu saygısızlığın gereği ne? Herkese mukaddesat öğreten Konya’nın ayanı ve okumuşları uyuyor mu? Görülüyor ki gidişatta merkez bürokrasi kadar mahalli halk ve yetkililer de kusurludur.
NE OLACAK?
DUYDUĞUMA göre Kulesi Askeri Lisesi müze olacakmış. Askeri Lise’nin içinde askeri modernleşmemizin bu ünlü ocağının 200 yıla yaklaşan hayatını anlatan bir müze zaten vardı. Eğer kastınız binayı Şehir Müzesi haline getirmek ve arkadaki sahayı yutmaksa iş değişir. Bu haberin doğrulanması veya tekzibini yayınlayacağımı şimdiden belirteyim. İstanbul’da şehir müzesi yapılacak alan Yedikule Gaz Fabrikası’na ait olan bölge ve buradaki tesisler ve lojmanlardır.
ERDOĞAN TEZİÇ (7 NİSAN 1936-23 NİSAN 2017)
1936’lı kuşağındandı. Bu kuşak, Türkiye Cumhuriyeti’nin aydınları için de bir geçişi temsil eder; bir imparatorluğun hayatından Cumhuriyet’e geçiş. Fakir Türkiye’nin şartlarında fedakârlık ve hizmet fikri vardır. Zor yaşadılar. Dünyayı gezme ve görme imkânlarına geç kavuştular. Öbür yandan daha sonraki kuşaklara göre, iyi eğitim kurumlarına girenler gerçekten iyi eğitim aldılar.
Erdoğan Teziç Suriçi İstanbullusudur. Eski Türk hayatını bilir. Dünyaya Galatasaray Lisesi ile açıldı, bu bir şanstır. Ben onu tanıdığımda genç bir hukuk bilginiydi, merhum profesör, herkesin hocası Tarık Zafer Tunaya’nın talebesi ve doçentiydi. Derken Galatasaray Üniversitesi kuruldu. Kendisine saygım iki kat arttı. Coşkun Kırca’nın hazırladığı mükemmel kanunun çerçevesinde üniversitede çok önemli bir faaliyet gösterse de emeğini liseye yoğunlaştırmıştı.
Başarılı hem de çok sevilen bir lise müdürü oldu. Asırlık lisenin eğitim bakımından dirilmesinin usta yöneticisi odur. İlginç yeniliklerinden biri de liseye yardımcı dil olarak Latinceyi koymasıdır. Fransız eğitiminin esasına, klasik dünyaya yöneliş Fransa’da bile zayıflarken bizim Galatasaray Lisesi önem vermişti.
Rektör yardımcılığı döneminden sonra Galatasaray’ın rektörü oldu. Beni üniversitesine davet ettiği vakit fazla düşünmeden kendi ocağım Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni terk ettim. Çünkü inanıyordum ki Coşkun Kırca ve Erdoğan Teziç gibi kadrolarla statüsü mükemmel olan bu üniversite çok şey yapabilir. Mutlu bir öğretim üyeliği dönemi geçirdim. O yüzden gerçekten kendisine ve arkadaşlarına müteşekkirim.
Ölüm insanlar için mukadder ama her zaman için özleyeceğimiz bir portre olarak Galatasaray Üniversitesi’nin ve lisesinin tarihinde yerini aldı. Türkiye’nin kendini yetiştiren ve geniş coğrafyanın her yerinde saygı görmeyi hak eden bir hocasıydı.
Paylaş