Paylaş
‘Selçuki sarayları’ dediysek bugün Beyşehir kıyısındaki Kubadabat Sarayı’ndan başka, doğru dürüst, hiç değilse harabe halde kalan, elle tutulur, gözle görülür bir Selçuklu sarayı yok. Kaleler, kervansaraylar, camiler, hamamlar, imaret ve medreseler bırakan Türk hükümdarlarının kendi sarayları ömürsüz olmuştur. Osmanlı’nın 19’uncu yüzyıla dek en ele gelen sarayı Topkapı’dır. Bu arada belirtelim; Kubadabat’ın kazı ve restorasyonu da uzadıkça uzadı. Bu işin bitirilmesi lazım.
TİMUR’DAN SELÇUKLU’YA
Gelelim coğrafyaya... Beyşehir Gölü ve çevresi Anadolu’nun en güzel noktalarından biri. Bu göl, dünyanın en lezzetli balıklarına sahip. Batı yakasında, beylikler döneminin en güzel ve özgün eseri Eşrefoğlu Camii’ni, Eşrefoğulları’na ait medrese, hamam ve bedesteni, biraz daha öteye gittiğimiz zaman Hititler devrinden kalma gürül gürül pınarın (Eflatun Pınarı) başındaki nymphaeum’u buluruz.
Klasik Yunan’a mal edilen nymphaeum, Hitit Anadolusu’nda göze çarpan eserlerdendir. Eflatun Pınarı’ndaki abidevi çeşmeyi de Hititlerin Urhiteşup’uyla, diğer hava ve su tanrıları süslüyor. Ne yazık ki kabartmalar 70 yıl öncesine göre daha silik vaziyette. Şehirleşme, kentsel dönüşüm gibi heyula henüz bölgeye uzak ama abidenin modern teknolojiyle korunması gerekiyor.
Sözün özü, burası Orta Anadolu’nun en zarif bölgesi. Ahalisi cana yakın. 3000 yılın kültürü her köşeye sinmiş vaziyette. Selçuklu Anadolusu’nu en renkli anlatan kesimde olduğunuzu anlıyorsunuz. 36 saatte Türkistan’ın Yesi şehrinden, Timur’un imparatorluğunun topraklarından Selçuklu Anadolusu’na uzanmak ayrı bir keyif. Denenmesi gereken bir yolculuk.
TECRÜBELİ HOCADAN GENÇLERE TAVSİYE
HER yıl olduğu gibi bu sene de yüz binler taze ümitlerle üniversiteye başlıyor. Çok kısa zaman sonra bu ümitlerin kırılmaya başladığını maalesef göreceğiz. Eskilerin sukutuhayal dedikleri bu tehlikeli sürecin içine düşmemenin iki yolu vardır: Birincisi faydasını görmeyeceğinize inandığınız bir bölümü hatta üniversiteyi derhal terk edip hayatınızı daha elle tutulur bir iş kolunda denemek! 18-19 yaş biraz geç görünse de insan pekâlâ iyi bir aşçı olabilir, elektrik teknisyenliğine yönelebilir, zanaatlarda hayatını kurabilir. Bazı dallarda yetenekli ve çalışkan insanlar üniversitenin temsilcisi olan profesörlerden daha saygın bir statüye dahi gelebilirler.
Toplum sınıflamalarında yetenekli marangozun veya bir döşeme ustasının (Bizim zamanımızdaki döşemeciler loncasının ileri gelenlerinden Hüsnü Diker ustayı hatırlayalım) birçok merhum profesörden daha çok anıldığını örnek diye verebilirim. Büyük silah mucidi ve ustası Kalaşnikof da bildiğim kadarıyla makine mühendisliği profesörü değildi; hatta ordudaki rütbesi de astsubaydı.
HEM TÜRKÇENİZİ GELİŞTİRİN HEM YABANCI DİL ÖĞRENİN
Hayal kırıklığını önlemek için ikinci yol ise bulunduğunuz dalda daha çok merak etmek ve okumaktır. Evvela da Türkçenizi geliştirmek ve yabancı dil öğrenmektir. Türkiye, artık bizim zamanlarımızda olduğu gibi diplomalıların mutlaka bir kadroya oturtularak doyurulduğu ülkeler kategorisinden çıktı. Eğitim kurumlarımızın çoğu nitelikçe çok düşük ama insanlarımızın amansız rekabet pazarına girebilmek için çok daha nitelikli olması gerekiyor.
Siyasal sistemimiz şu ana kadar Azerbaycan Türklerinin Farsçadan devşirdikleri gohumperestlik (akraba kayırmacılığı) veya İtalyan Rönesansı’ndan kalma nepotizme dayanıyor. (Nipote ‘yeğen’ demektir, nepotizm de genellikle kilise büyüklerinin ve Papa’nın izlediği bir kayırmacılık sistemiydi.) Maalesef Türkiye de nepotizmi, siyasal yandaşlık, eski adap ve adalet düsturunu kaybeden tarikat üyelikleri yani sözde siyasi ve dini görüşler birlikteliği üzerinden yapıyor. Siyasi görüş beraberliği bütün Avrupa’da da vardı; şimdi kayboluyor. Bu, adalet duygusunun gelmesinden çok insanların bu işlerle uğraşmaktan vazgeçmeleriyle ilgili. Türkiye’de ise bu gibi birliktelikler gerçekten bir disiplin ve kardeşlik ruhu yaratmaktan çok, köşe kapmacaya yarar.
KAZAKİSTAN’DA LATİN HARFLERİ
AYIN 13’ünde Kazakistan’ın güney Çimkent bölgesindeki bir toplantıya katıldım. Çimkent’ten sonra ona çok uzak olmayan eski Türkistan’ın Yesi şehrindeki Türk-Kazak Üniversitesi’nde bu konuda bir konferans verdim. Konferans, Ahmet Yesevi’nin, bölgenin İslamlaşmasında rolü önemli olan ululardan birinin, kabri civarında olan üniversitenin salonunda yapıldı. Bu kabri yaptıran Timur Han. Tamamıyla siyasi bir misyon, gerekçesi de Ahmet Yesevi’nin Timur’a rüyada Buhara’nın fethini müjdelemesiymiş.
YESEVİ TÜRBESİ DİMDİK AYAKTA
Timur maalesef bu türbenin yapılışı daha bitmeden, Farabi’nin de doğduğu Otrar şehri civarında bol sulu Arıs Nehri’ni geçerken atından suya düştü. Yüzüp kurtuldu lakin 69 yaşındaki cihangir o gün orada üşütmüştü. Sonra da o tarihte çözümsüz bir dert olan zatürreeden öldü. Çin bölgesi bir cihangirin istilasından daha bu şekilde kurtuldu; ardında kalan perişan Osmanlı dünyası ise bünyesindeki sağlamlıkla yeniden toparlandı.
Yesevi Türbesi yarım kalmış hali fakat ona rağmen bütün güzelliği ve ihtişamıyla dimdik ayakta. Ahmet Yesevi üzerine tezler yazılıyor; kitaplar basılıyor. Bu yıl UNESCO’nun Yesevi Yılı’ydı. Ama benim katıldığım küçük toplantı Yesevi Yılı’ndan ve Yesevi’yi anmaktan çok Kazakistan’ın geçeceği Latin harfleriyle ilgiliydi. Alfabe değişikliğinin kararı alınmış. Âdet olduğu üzere uzmanların ve kültür adamlarının reyine başvuruluyor, sözleri dinleniyor.
ALFABE MİLLİYETÇİLİK UNSURU DEĞİL
Sözü gelmişken, Kazakistan’da Latin harflerine geçişe değineyim. Bu geçiş kaçınılmaz. Çünkü Latin harfleri teknik bakımından daha mükemmel. Kril harfleri ne Türk dillerinin ne de Romence-Moldovaca gibi Latin asıllı dillerin yazımına uygundur. O, ön planda Rusça gibi büyük bir dilin ve doğu Slav gruplarının lisanlarına daha elverişli. Ayrıca, batı Slav dünyası Kril’i hiç almadı; güney Slav dünyasında da Kril bugün terk ediliyor.
Alfabe bir milliyetçilik unsuru olamaz ama bu demek değildir ki o halkın kullandığı eski alfabeleri de unutmalı. Öğrenmek kolay; fakat hiçbir şey yapmadan sızlanmak daha da kolay. Onun için lüzumsuz hüzünlü bir şarkıyla, harf değişimi meselesi her yerde sorun haline getiriliyor.
Paylaş