Paylaş
1940, yani bundan 81 yıl önce Cihan Savaşı’nın başladığı ve maalesef Almanya’nın önlenmez askeri gücüyle yükselişe geçtiği yıllardı. Sadece etrafındaki küçük ve askeri bakımından güçsüz ülkeleri değil dünya büyüklerinden biri olan ve motorize orduya sahip Fransa’yı da mağlup ettiği bir yılda, Nazi Almanyası en azından İngiltere, Fransa kadar büyük bir kuvvet haline geldi. Üstelik de Stalin Rusyası’yla Stalin’in bazı taraftarlarının iddia ettiği gibi sadece zaruretten değil toprak ilhakı arzusundan dolayı da Sovyet Rusya’yı yanına alma başarısı birtakım Birinci Dünya Savaşı’nın gayrimemnun Balkan devletlerini Almanya’yla ittifaka teşvik etti.
İnönü Türkiyesi Cihan Harbi’nin yarattığı iktisadi darlık ile kesintiye uğramıştı. Bu ülke dış ticaret şartlarında büyük sıkıntılar çekti, askere alınan nüfus askeri eğitimden yeterince yararlanamadı, müsadere edilen veya savaş şartları dolayısıyla el konan çift hayvanlarının saklanacak ahırlarının bile olmadığından bazı harap camilerin kullanıldığı açıktır. Son nokta, çok uzun zaman camilerimizin ahıra çevrildiği gibi Stalinist Rusya’ya has bir olayın Türkiye tarihine yamanması dedikodusunu da çıkarmıştır.
İLLÜZYONA KAPILMADI
Hayatın zorlukları içerisinde nakdi vergilerin etkin bir değerinin olmadığı, dolayısıyla madenlere bazı nüfusun da adeta zorla indirildiği açıktır. Bütün bu anılar çok uzun yıllar kulaktan kulağa yaşamıştır. İnönü döneminin en önemli olayı dış politikada illüzyona kapılmamak, Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği tecrübelere istinaden Alman ırkından uzak durmaktır. Savaşmayan ülkelerin içerisinde İngiltere’ye karşı iltifatkâr davranan, ticari ilişkiler kadar diplomatik ilişlerde hatta askerlikte de davranışı değiştirmeyen tek ülkedir. Evet, son nokta, savaş sürecinde Türkiye sınırları içinde uçağı düşen, batan gemisinden dolayı sığınan askerlere gayet insani davranmak da buna dahildi. Şüphesiz böyle bir yaklaşım Mihver kuvvetlerinin mensuplarına ve askerlerine de uygulanmıştır. Taraflar kendilerine yapılanın öbür tarafa, rakibe de gösterilmesini faşizm veya İngiliz taraftarlığı diye nitelemekten çekinmemişlerdir.
TARİHİ OLGUNLUĞUN ESERİ
Stalin Rusyası’nın 1941’de Nazi Almanyası’ndan yediği ani darbe ve birdenbire umulmadık şekilde harbin içine girmesi Sovyet Rusya’nın Türkiye üzerindeki rahatsız edici durum ve politikasını durdurmuşsa da yapı hemen hemen aynı kalmıştır. Dönemin içinde Türkiye halkının hem devlet yönetimine ve konan kurallara mümkün mertebe itaat etmesi hem de kanunların bireysel ihlali dışında başkaldırı hareketlerinin görülmemesi Türkiye halkının tarihi olgunluğuna bir işarettir. Bürokrasi de bilhassa Dışişleri’nde bazı yüksek rütbelilerin Alman taraftarı görünmesinin onların seçimiyle alakası olmadığı, ortada cumhurbaşkanının ve çalışma arkadaşlarının büyük bir mizansenle (sahneleme) böyle bir İngiliz-Alman taraftarlığı revüsü sergiledikleri anlaşılmaktadır.
AĞIR KRİZLER YAŞANDI
Öte yandan Almanya’nın Balkanlar’da ilerlemesi Haziran 1941’de Sovyetler’le savaşa girip Yıldırım Harekâtı’nı gerçekleştirmesi Türkiye’de sıkıntılı günlerin başlangıcı olmuştur. Dışişleri, Milli Savunma, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı ağır kriz içindedir. Soğukkanlı davranılmasına rağmen memlekette Mihver’i ve müttefikleri tutan bazı kişi ve grupların ölçüsüz davranış ve yazıları da son derece rahatsız edicidir. Güya Hitler’in Türkiye’ye saldırı ihtimalini, Ankara’daki Büyükelçi Von Papen’in önlediğini hatıratında kendisi iddia ediyor.
SAVUNMA BÖYLE GÜÇLENDİ
Görünen o ki Hitler, Bakü petrollerine ve Ortadoğu’ya çok kolay ilerlemeye başladığını, Sovyetler Birliği’nin güney yolunu izleyerek buna daha çok muvaffak olacağı zehabına kapılmıştır. Nitekim Kafkaslar’da Elbrus Tepeleri’ne ulaştı, Cenubi Kafkasya’ya inmesi an meselesi olarak görüldü. Ne zaman ki Moskova ve Stalingrad savaşlarında Hitler ve genelkurmayın bazı komutanları bekledikleri başarıyı ve sürati göremeyince bir buhran ortaya çıktı. Sovyetler arazisinde ilerleyen Almanya’nın yerli halka davranışı, sivil halka yapılan ırkçı katliamlar, işgal edilen topraklarda Almanya’nın hiç tanımadığı Yahudiler ve Çingeneler gibi ırkların tahribine başlaması, bu işin ısrarla sürdürülmesi savunmayı güçlendirmiştir. Stalin bu sefer müttefiklerle ve 1941’de savaşa giren ABD ile yaptığı Ödünç ve Kiralama Anlaşması’yla Kızıl Ordu’yu daha iyi teçhiz edebildi ve yardım yolu için de İran’ın batı bölgeleri işgal edildi. Alman taraftarı olduğuna ihtimal edilen verilen Rıza Şah tahtından edildi, yerine oğlu geçirildi.
YATAKTAN ZEYBEĞE
Bütün bu ortamda Türkiye’nin Sovyetler’e karşı güvenilmezliği 1939’daki Molotov-Ribbentrop anlaşmasından beri artmıştı. İngiltere ve Fransa’nın savaş mukavemetinin Fransız yenilgisiyle zayıflaması, Almanya’dan ise kesinlikle uzak durulması belirsizliği arttırmış, psikolojik ortam bozulmuştu. Profesör Enis Tulça’nın bana verdiği sözlü rapora göre Almanya’nın Türkiye’ye saldırmayacağını belirten kesin bir istihbarat belgesini ele geçiren MAH (Milli Emniyet Hizmetleri) Reisliği’nden bir heyet, bu haberi sabaha karşı İsmet Paşa’ya iletti. Bu haber karşısında adeta sinirleri boşalan İsmet Paşa’nın yatağından kalkıp zeybek oynadığı anlatılır. Haziran 1941’de neredeyse bütün Balkanlar’ı ele geçiren Kuzey Afrika’da ilerleyen Almanya’nın Sovyetler’e saldırması İsmet Paşa’nın tecrübeli kurmay gözleri ile doğru değerlendirilmiştir.
ÜÇ YIL SAVAŞ DIŞINDA
Türkiye harbin dışında kalabilecektir. Bununla birlikte Türkiye daha üç yıl savaşa girmeyecektir. İngiltere’nin ittifak teklifini de reddetmiştir. Bu doğru bir davranıştır, çünkü İngiltere’yle ittifak demek ilk anda Batı sahillerimizin Almanya tarafından işgali, ardından da Kızıl Ordu’nun ülkemizi kurtarmaya gelmesi demektir. Kaldı ki On İki Adalar’ı bize verme tekfinde bulunan Almanya’nın bu teklifinde yeterince ciddi olmadığı, zira kontrolü elde tutmak istediği anlaşılıyor. Dolayısıyla son anda Almanya sayesinde katılmadığımız harbin ganimetinden yararlanmanın da akılcı bir davranış olmayacağı açıktı.
1948 yılında İsmet Paşa’nın “İkinci Dünya Savaşı Sürecinde Türkiye’nin Tarafsızlığı” başlıklı makalesi bu esasları aksettirmektedir. Türkiye bu savaş boyunca Montrö Antlaşması’nın hükümlerinden gayet iyi yararlandı, Boğazlar’ı hiçbir tarafın bahri kuvvetine açmadı. Topraklarına düşen esirleri karşılıklı olarak en medeni şekilde entegre etti. Savaşın ilanından sonra dahi Alman ve Japon tebaalılar ile pasaportlulara ülkenin ağır şartları içinde mümkün olan en uygun enterne işlemini uyguladı.
MAREŞAL TİTO’YA TESLİM
2000’li yılların başında ortaya atılan ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nın (United States Department of State) Yahudi parasını ve mallarını yağmalama işlerine Türkiye’nin katıldığı gibi uyduruk bir tezi çürütecek şekilde hareket etti. Merkez Bankamızın arşivlerinden de anlaşılıyor ki hiçbir şekilde el konulan Yahudi varidatı Nazilerle işbirliği halinde Türkiye bankalarına ve hazinesine girmemiştir. Bundan başka Yugoslavya gibi devletlerin bize emanet verilen milli bankalarının rezervleri de saklanmış ve savaştan sonra en uygun zamanda Mareşal Tito’ya teslim edilmiştir.
RİF’AT PAŞA AİLESİ
OSMAN Fikri Sertkaya İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Türkoloji profesörüdür. Damat olduğu aileden, askeri tabip Prof. Dr. Mehmed Rıf’at Hüsâmeddin Paşa’nın hayatı ile ahvadının şecerelerini gösteren bir kitap kaleme aldı. Sertkaya’nın aileye damat girdiği ve eşi Ayşegül Hanım dolasıyla evrak ve malzemeyi değerlendirerek bu eseri kaleme aldığı görülüyor. Kitap uzun bir tetkik ürünüdür. Burada bizi ilgilendiren asıl husus, Louis Pasteur Laboratuvarı’nın ve Enstitüsü’nün Sultan II. Abdülhamid döneminde imparatorlukla kurduğu irtibat ile buraya gönderilen iki askeri tabibin (Dr. Hasan Zühtü Nazif ve Dr. Mehmed Rıf’at Hüsâmeddin) hikâyesidir. 1890-1892 yıllarında Louis Pasteur’un yanında eğitim alan Hüsâmeddin Bey yurda dönünce bir süre Baytar Mektebi’nde görev alır ve İstiklal Marşı şairimiz Mehmed Âkif Ersoy’un hocası olur. Daha sonra Telkîhhane-î Şahane’nin (Osmanlı Aşı Evi) 16 yıl müdürlüğünü yapar. Çiçek hastalığının seyrini yavaşlatan bir serum keşfeden, Osmanlı aşı istatistiklerini yayımlayan bir doktorumuzdu. Tıp tarihimiz açısından önemli görülen Rif’at Paşa bu nedenle ele alınmış, ailesi ve çalışmaları incelenmiş.
KAYITLAR İÇİN NUMUNEDİR
Bu kitap bizim için ayrıca önemli çünkü şu günlerde tekrar pandemiye karşı bir aşı çalışması içindeyiz. Ayrıca Türkiye’de aile monografileri sistematik olarak yapılmıyor. Muhtelif bölgelerde her sosyal sınıftan ailenin serencamını incelemek toplumsal hayatımız için en önemli bir çalışma dalıdır. İlk defa alanı dışında böyle bir araştırma yaptığını gördüğümüz meslektaşımın eserinin ilginç olduğunu düşünüyorum ve başarılı bir şecere örneği verilmiştir ki, Türkiye’deki nüfus kayıtları ve aile tarihlerinin kaynakları açısından da bir numunedir.
Paylaş