Paylaş
OSMANLICA tabirle ‘intihal’, Avrupa metinlerinde ‘plagiarisme’ olarak geçer. Açık konuşmak gerekirse Ortaçağ Avrupası’nda çokça başvurulan bir yoldu. Bilhassa Rönesans döneminin başlangıcındaki 12’nci, 13’üncü yüzyıllarda Palermo’da ve Endülüs’e komşu kültürel bölgelerde Doğu dünyasının tıbbından çokça aşırmalar yapılırdı. Burada tercüme metinler kullanıldığından ilginç yanlışlara rastlanır, hatta Doğulu bilginlerinin isimlerinin pek garip telaffuzlarla ve imlayla yazımı da buna dayanır. İbn-i Sina’nın ‘Avicenna’, İbn-i Rüşd’ün ‘Averroes’a dönüşmesi gibi bazı Ortaçağ yazarlarının ilk ve son sahifede “Bu kitaptaki bilgi ve fikirlerimi çalanların eli kurusun” gibi beddualar da vaziyetin vahametini gösterir.
Beşeriyet, malı mülkü koruyan hukukun fikri hakları da teminat altına alması için önemli bir zaman harcadı. Bugün Batı dünyasında intihal yani aşırmacılık yüz kızartıcı suçtur, müeyyidesi ağırdır. Tartışmalı bir intihal için Harvard’ın çok önemli bir psikoloji profesörünün az kalsın doktorası bile elinden alınarak akademik hayatı çizikleniyordu. Allah’tan yetkili kurullar, intihal ithamının bu kadar da ağır cezaları hak etmediğine karar verdi ama adamın süngüsü ta doktorası sırasındaki bu nakil hatasından dolayı epey düştüydü.
Doğrusunu söylemek gerekir; Türkiye’nin küçümsediği mazideki akademik yıllarda aşırmacılık olmuyor değildi ama bu kadar çok lafı edilmiyordu. Bazı dallarda, mesela tıpta nakilcilik modern tıbbın ve cerrahinin Türkiye’ye getirilmesi yolunu açtığından normal karşılanıyordu; bugün öyle değil. Tıp ve mühendislikte aşırmacılığa karşı meslektaşlar çok hassas. YÖK’e çok sık şikâyet yapılıyor. Ne var ki toplumsal bilimler alanında aynı gözlemi yapmamız mümkün değil.
NORMAL HALE GELMİŞ
Master tezlerinde bilgisayar üzerinden hem de tarama yöntemiyle blok blok göçürmeler normal hale geldi. Koca adamlar ve kadınlar lisans talebelerinden daha hızlı aşırmacılar. Doktora ve hatta doçentlik gibi tezlerde de dedikodu dışında gerçek şikâyet ve YÖK nezdinde başvurular sayısız. Son günlerde gazetede yine böyle bir haber çıktı. Habere göre Doç. Dr. Erkan Göksu’nun herkesin rahatlıkla ulaşabileceği bir kitabı, çok az değişiklikle tez olarak sunulmuş ve kabul edilmiş. İddia şayet doğruysa, YÖK’ün Ulusal Tez Merkezi sisteminde de erişime açılmış. Eğer YÖK, gerekli organlarıyla acımasız davranmaz ve şikâyetleri doğru ve ciddi olarak değerlendirmezse umutsuz noktalara gideriz. İş bu kadarla bitmez. Adli teşkilatta da mahkemelerin bu gibi davaları daha ciddi ve titiz şekilde bilirkişilere havale etmesi ve karar alması gerekiyor.
Maalesef intihal Türk akademik hayatında hem de halkın en çok ilgi duymaya başladığı sosyal bilimler dalında ayyuka çıktı. Rastgele suçlamalar kadar ciddi takibatın da resen yapılması gerekiyor. Her evin avlusuna bir üniversite açacak raddeye geldik ama kurumlarımızın gözetlenmesi, disiplinin hakkaniyetle sağlanması yöntemini pek beceremedik.
ÇOCUKTUM. Yanımızdaki bahçede, büyüklerimizin hürmet ettiği ihtiyar ve sevimli bir Kazanlı münevver vardı: Zakir Kadiri Ugan. Zakir Kadiri Bey’in eşi Saniye İffet Hanım da Çar Rusyası’nın son dönem Kazan şairelerindendi. Kazan, İslami modernleşmenin 19’uncu asırdaki istasyonlarından biridir. Zakir Kadiri Bey ‘Rus gymnasiumu’ ile ‘El-Ezher’i bünyesinde meczeden gruptandı.
İbn-i Haldun ismini ben o zaman duydum; tabii bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Sonradan anladım; bu muhteremin bitmez tükenmez mesaisi, onun eserinin çevirisiymiş. Biraz daha büyüyünce “Bedevi şiiri beni çok uğraştırdı” gibi bir deyişini okudum. Çok sonraları Zakir Kadiri Hoca’nın din bilgini Arapçasının, Bedevi kültürü dediğimiz edebiyata ulaşamadığını uzmanlar söylemiştir.
BEN İBN-İ HALDUN’U NASIL TANIDIM?
Derken Mülkiyede’yken hocamız Bülent Daver bana bu konuda bir ödev verdi. Daver kendi dünyası içerisinde Mülkiye’nin pek anlamadığı bir kişilikti. Edebiyattan ve tarihten bazen hiç beklemediğiniz bilgi taneleri çıkarırdı. İbn-i Haldun’u Fransız düşünür Roger Garaudy’nin methiyeleriyle sevmeye başladım. Doğru da olsa tehlikeli bir yoldu. Yetersiz bir infilak. İslam tarihi üzerine eserler veren Maxime Rodinson’u tam anlamıyla 1970’lerin sonunda tanıdım. Fransa’nın en saygın bilginlerindendi. Zaten 1830’lar Avrupası’nda Silvestre de Sacy’ler, De Volney’ler sayesinde ışık gibi parlayan oryantal tetkikler, Avusturyalı Joseph von Hammer’i bile etkilemişti. Bizim tanıdığımız ünlü Osmanlı tarihçisi, Türkoloji’nin öncülerinden Hammer, Silvestre de Sacy’nin çömezi gibidir.
Zamanla o büyük okul yeni insanlar yetiştirdi. Galiba Claude Cahen ve Maxime Rodinson gibi iki laik ve solcu oryantalist zamanımızda ortaya çıkan son parlak örneklerdendir. Sonra 1830’ların Fransası’nda Fransızlaşan İrlandalı oryantalist Silvestre de Sacy’in tercümesi (‘La Chrestomathie Arabe’) ve derken Belyaev’in İbn-i Haldun’un metodolojisi üzerindeki ünlü eseri elime geçti. Neden sonra Mukaddime’nin kendisini okumaya başladım. Seneler sonra yine İbn-i Haldun’un Kitâbu’l-İber isimli eseri üzerinde durmaya başlayınca hazretin bugünkü Arap-İslam dünyasından farkı ortaya çıktı. Roma İmparatorluğu’nun Neron devrindeki laik tarihçisi Flavius Josephus’un ‘Iosippon’ denen tarihini bile bir Yemenli Yahudi’nin tercümesinden okumuştu. Tıpkı kendisinden biraz evvel Câmi’ut-Tevârîh’i meydana getiren İranlı muhtedi Reşidüddin gibi eline almadığı eser neredeyse yoktu. Endülüs’ün çocuğuydu; ‘muhaceret’te (göç) büyümüştü. Mısır’da Maliki mezhebinin kādılkudâtıyla (İslam devletlerinde yargı sisteminin başında bulunan kişi), Şam’da Timurlenk’le görüşmüş, Türk tarihi üzerindeki muhakemesi Timur’u hayran bırakmıştı. Bu bilginin niteliğine bugünün Türkleri pek hayran olmaz ama Timur kozmopolit kafalı bir hükümdardı.
BEDEVİ EDEBİYATINI ANLAMADAN OLMAZ
İsteseniz de istemeseniz de, bilseniz de bilmeseniz de Prof. Yalçın Küçük, ısırgan zekâsıyla soruna değiniyor. İbn-i Haldun, miladi 14-15’inci asır dönemecinin Endülüs zihniyetli adamı, Arap beşerî coğrafyasına ve Ortadoğu’nun tarihine neredeyse Rönesans döneminin Vico’su gibi bakıyor. Kaynakları da bugünkü sosyologlarda olduğu gibi fakir ve yarım yamalak toplanmış değil. Belki Batılı laiklerin hoşuna gitmesinde bir anlam var. Peki günümüzün Doğulu Müslümanları neden bu kadar bayılıyor ona? Sadece Batı’daki laikler bayıldığı için bana kalırsa.
İbn-i Haldun tipi sosyolojiden ve tahlillerden 17’nci asır Türkleri istifade ediyordu. Çok sonraları Pirizade Mehmed Sahib Efendi tercümeye başladı. Yarım kalan çeviriyi Cevdet Paşa tamamladı. Ustaca bir çeviri olduğunda insanlar hemfikir. Ne var ki Cevdet Paşa’nın tarih ve sosyolojisinin İbn-i Haldun’la alakası yok. Onu hiç de öyle bayılarak zikretmiyor. Fransız İhtilali’nin laik toplum teorilerini tenkit ederken de İbn-i Haldunvari bir yöntem izlemiyor. Bugün âlem değişti. Muhafazakârlar “Batı beğendiğine göre biz de bu fırsatı kaçırmayalım” diyorlar. Gerçek İbn-i Haldun’a erişecek adam bugün kimdir bilmiyorum. Bu kişi mazide, Fîrûzâbâdî’nin ‘Kamus-u Okyanus’unu çeviren mütercim Asım Efendi’ydi. Arap Bedevi coğrafyasını ve potansiyelini her şeyden evvel dilbilgisi ve edebiyatıyla tanımayanın İbn-i Haldun’a nüfuz etmesi çok güç. İbn Haldun Üniversitesi hayırlı olsun; bakalım İran-Arap-Hint ve Türk mirasının hangi zenginliklerini çevirip yorumlayabilecekler?
Paylaş