Paylaş
CUMHURİYET”, Arapça bir kelime olarak görülüyor. Aslında Arapçada böyle bir tabir yok. Kökü “cumhur”, yani Fransızca “le gent”, İtalyanca “la gente”, Almanca “die leute”; “publicum” tipinde bir tabir. Bizde köy veya mahalle “ahali”si veya herhangi bir topluluk (taife) olarak kullanıldığı biliniyor. Bu terimin geniş bir halk kitlesini, örgütlenmiş bir kavmi, yani modern bir milleti karşılayacağı da şüpheli. Bunlardan dolayı “respublica” anlamında kullananlar, tercümenin ötesinde yeniden yaratanlar Türklerdir ve bu nedenle de terim Türk’tür. 19. yüzyılda hekim ve tarihçi Şânizâde Atâullah Efendi’nin tıp terimlerini Fransızcadan ve Latinceden, Arapçayı kullanarak çevirmesi ve sonra Cevdet Paşa’nın “crise financière” terimini “buhran-ı mali” diye çevirmesi gibi birtakım anayasa hukuk tabirlerini, iktisat tabirlerini Türklerin Arapça kelimelerle şekillendirmesi bu bütün içindedir.
Cumhuriyetçilik hiç şüphesiz ki 19. yüzyılın Osmanlı İmparatorluğu’nda meşum bir kavramdı. Gerçi Fransa’nın cumhuriyet olması dünyada tahammül edilen bir tutumdu, ama Fransız politikasına yanaşan III. Aleksandr bile ittifak başka, monarşi başka dercesine cumhuriyetlerden nefret ederdi. Bernhard von Bülow’un hatıralarında bu görülüyor. Kendisine St. Petersburg’daki polis çevrelerinin açıkça söylediği gibi, “Çar, her şeye rağmen Almanya’yı ve monarşileri sever” olmuştur. Doğrusu Osmanlı İmparatorluğu’yla II. Abdülhamid devrinde III. Aleksandr Rusya’sı hadise çıkarmadan geçinegeldi.
AÇIKÇA KONUŞULAMAZDI
Cumhuriyet tabirini kullanmak Türkler arasında bir yana, Avrupa’nın en liberal demokrasilerinde bile uluorta konuşulamazdı. Hürriyetlerin üst düzeyde gezindiği İngiltere’de cemiyet hayatının, akademik kurumların bu gibi tabirler ve tavırlardan hiç hoşlanmadığı açıktır. Kimse böylesini üniversiteye öğretim üyesi olarak kabul etmez, birisi başta itibar görse bile böyle cümleler sarf ettiği anda orta sınıftan veya üst sınıftan bir küçük memurun da bir lordun evinden de ziyafet sofrasından kovulabilirdiniz.
Hiç şüphesiz Cumhuriyetçilik, Abdülhamid’in Zabtiye Nezareti’nde bile çok ağır bir suçlamaydı. “Padişah hainliği” kullanılır ama “cumhuriyetçi” suçlamasına nadiren başvurulurdu. İmparatorluğun içinde olduğu girdabın farkında olan Hamidiye dönemi gençliği, yani 1870’lerin sonu, 1880’lerde doğanlar, başka özlemlerin peşindeydiler; “anayasal monarşinin”... Bundan daha ötesini düşünen insanların bunu ustalıkla zihinlerinde gizledikleri açıktır.
Atatürk’ün bunu ilk açıklayışı, mütareke döneminde kongrelerden Ankara’ya yanaşırken yakın dostlarına, daha doğrusu dostuna (Mazhar Müfit Kansu’ya) programını dikte etmesidir. Ama şurası bir gerçek ki Ekim 1922’deki Mudanya Mütarekesi’nden ve ardından son padişahın tahttan çekilip iltica yolunu seçmesinden itibaren, Türkiye’de devletin geleceği artık zihinlere yer etmiştir. Hatta bu tarihi, daha geriye götüren araştırmalar da var. Türkiye Büyük Millet Meclisi üzerine Mustafa Kemal Palaoğlu’nun tezinde bunun üzerinde durulur.
MONARŞİYİ SEVMİYORUZ
Cumhuriyet, Türk halkının kafasında bir sorun değildir. Fransa, Avusturya gibi ülkelerde monarşiyi özleyen ve geri dönüşü hedefleyen kitleler vardır. Türkiye’de böyle açık bir program göze çarpmaz. Türkler monarşiyi değil, bazı monarkları severler. Şüphesiz ki askeri bir toplumda kuruluştan beri Kanuni’ye kadar gelen mareşal padişahları saygın bir yere koymak buna örnektir. Nihayet Türkiye Devleti’nde batıya doğru ilerleme durumu söz konusudur. En önemli unsur, askeri güçtür. 18. asırdan itibaren askeri düzenin değişmesinde reformların bu alanda başlaması dolayısıyla askerlerin dünyanın değişen şartlarına uyması ve cemiyette seçkin bir kuvvet oluşturması olağandır. Askerin tesiri ara sıra padişahların hal’ine (tahttan indirme) hatta katline dayanan kapıkulunun ayaklanmasında değildir. 19. asırda bile darbelerin önlenmesine çok çalışıldı. Ama bu dönem yine Sultan Abdülaziz’in hal’i ile bitmiştir.
Bu toplumda Cumhuriyet’in kurucu kuvvetinin de ön planda İstiklal Savaşı’nın kumandanları ve onları yanındaki mülki erkândan oluşması normaldir. Çünkü saltanat makamı ve çevresindekiler çeşitli nedenlerle, belki de Birinci Cihan Harbi’nin getirdiği felaket içinde başka çıkış bulamadıkları için Ankara’daki milli harekete ve Cumhuriyet’in kuruluşuna katılmadılar ve dışında kaldılar. İstiklal Harbi’ni başlatan cesur komutanlar, mülki erkân ve halk şüphesiz fedakâr ve büyüktür.
Türkiye halkı için cumhuriyete intibak, yani yurttaşlık kurumunun öne geçmesi ne ifade ediyor ve ne kadar anlam kazandı? Feodal toplum modeline dayalı bir monarşi söz konusu olmadığı için servaj tipi ilişkiler, yani toprağa bağlı köylülük veya Rusya’da kolop denen köylü statüsü Türk köyünde söz konusu değildir. Şehirli olmak, belki İstanbulluların bazı hizmetlerden muaf tutulması (Birinci Dünya Savaşı’nda bu durum değişti) dışında ayrı bir statü getirmiyordu.
TEHLİKELİ OYUN NEPOTİZM
Nihayet orduya ve bürokrasiye girmekte bütün Avrupa devletlerinde, Fransa hariç, olduğu gibi belirli sınıflara mensup olmanın bir öncülük, imtiyaz teşkil etmediği açıktı. Bu olsa olsa sosyal nepotizm dediğimiz; milletin elinden geldiğince akraba ve yakınlarını kayırma mekanizmasına dayanır. Ama şunu açık söylemek gerekir; Osmanlı İmparatorluğu’nda hanedanın dışında bu gibi nepotist, yani akraba ve yakınları kayırıcı ilişkilerle bir aile için nüfuz oluşturmak tehlikeli bir oyundu. Tarihimizde Sokullu ailesi başta, sultan hocası Feyzullah Efendi (II. Mustafa devri) ve Nevşehirli İbrahim Paşa gibi girişimlerin bedelinin çok ağır ödendiği biliniyor. Tanzimat devrinde bile böyle ayağı yere basan bir nüfuz grubunun oluşması hoş karşılanmadı.
Türkiye’de seçkinler sorunu ayrıdır. Seçkinler, bazı bölgelerde ticari başarı konusunda ortaya çıkanların öncülüğü (Yunan adalarında olduğu gibi) veya bazı yerlerde aşiretlerin veya toprakları bir biçimde mirî arazi tekeline geçiren ayanların oluşturduğu, aslında pek de kuvvetli olmayan hanedanlardan ibarettir. Bunların bile II. Mahmud devrinde nasıl şiddetli bir şekilde ortadan kaldırıldığı veya sarsıldıkları açıktır.
Türkiye’de seçkinlerin arasına girmek, klasik Osmanlı devrinde (14-17. asırlarda) olduğu gibi daha çok başarıya, liyakate, tahsile bağlıdır. Bu 19. asırda hassaten böyle oldu. Fabrikalaşmanın, modern ziraat uygulamasının her yere yayılmadığı bir dünyada bile tahsil kurumlarının bu ülkede eşit olarak yayıldığı açıktır. İstanbul’daki Mercan İdadisi veya Vefa ile Kastamonu ve Konya liselerinin, Ankara’nın adeta eşit kalitede eğitim verdiği biliniyor. Eğitimin verilemediği geniş kitle, yani köyler ve kasabalar ise bu alandaki çıkmazı korumuşlardır.
SAĞLIK VE EĞİTİM
Cumhuriyet ilan edildiğinde ahalinin yüzde 90’ının üzerinde bir ümmilik (okumayazmazlık) söz konusuydu. İki şey Cumhuriyet rejimini çok meşgul etti ve bunda küçümsenmeyecek başarılar elde ettiler: Okullaşma ve sağlık hizmetlerinde askerliğin aleyhine bir bütçe miktarı ayrıldı. Ama bütçeden çok devletin organizasyonunu kolaylaştıran sağlık ordusu ve maarif ordusu mensuplarının ideolojik desteğiydi. Bir dönemin öğretmen, tabip ve sağlıkçı kitlesi kendilerini gönüllü askerler olarak hissettiler.
Şurası açıktır: Eğitim Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk 20 yılında belki bugünün ölçüleriyle çok önemsenmiyordu ama etrafla mukayese edildiğinde gerçekten çarpıcıydı. 1934’te memleketimize sığınan Alman pediatri profesörü Eckstein’in sıhhi taraması, Mustafa Necati döneminin atılımları bunu gösteriyor. Dünya’nın o şartlarında Türk eğitimi başarıdır. Bu konuda yetişen insanlarımızın geldikleri imkânsızlık ve fakirlik ortamına bakmak hatta bir ara Avrupa’da müreffeh bir ailede bulunan fakat sonunda okuma imkânı kesilen Nermin Abadan’ın “Türkiye’ye gelmeyip Macaristan’da kalsaydım okuyamazdım” sözünü hatıratında görürsünüz. Cumhuriyet eğitim demektir, sağlıklı bir neslin yetiştirilmesi gayreti demektir, vatandaş olmak için hazırlanan maddi temel budur.
HAZIRLANMALIYIZ
100. yıl için kamuda büyük bir hazırlık yapıldığını görmüyoruz. Hatta böyle günler için bestelenecek marşın tespit edildiği bir müsabaka yapıldığı da yok. Bundan başka bütün ilmi kurumların ve devlet müesseselerinin 100. yılın muhasebesini çıkaran sempozyumlar, toplantılar yapması gerekirdi. Mesela Dışişleri Bakanlığı’nın bu 100 yıl için Türkiye-Ortadoğu, Türkiye-Balkanlar hatta Türkiye-Yunanistan, Türkiye-Rusya, Türkiye-İran gibi başlıklarla özel toplantılar yapması kendi dosyalarına yarar. Liste uzayabilir. İktisadi kalkınmayı teferruatıyla belirten istatistikler çıkabilir. Merkez Bankası arşivleri yayınlanabilir. Bunlar umarım gelecek yıldan itibaren düzenlenebilir.
Bütün bunlar bir yana, sanayi ürünlerimizi bir başarı olarak sergiliyoruz; âlâ. Fakat niçin hekimlerimiz, mühendislerimiz taltif edilmiyor? Yüz yıl içinde yetişen dünya sahnelerindeki müzisyenlerimiz, operacılarımız veya rejisörlerimiz, oyuncularımız bu vesileyle niçin onurlandırılmıyor, bunlar için niçin konserler tertiplenmiyor, turneler hazırlanmıyor?
Paylaş