Paylaş
Şu sıra Papa Francesco Kanada’da tövbe haccına çıktı. Katolik cemaatini ziyaret ediyor. Ama programının ağırlığı, yakın zamanlarda; yani 1800’lerin sonu ile 1990 arasındaki bir asır içinde Katolikliğe döndürülmek için zorla okullara getirilip doldurulan Kızılderili çocuklarının gördüğü kötü muamele ve zulüm. Hatta hakaret, zorbalık, taciz dolayısıyla hayatlarını kaybedenlerin mezarları, misyoner okullarının bahçelerindeymiş. “Kalpten özür diliyorum” diyor. Kuşkusuz sönen hayatlar ve o halkın kırılan dallarının telafisi mümkün değil.
AİLE VE MAHALLENİN ÖNEMİ
Türkiye çocuklara karşı işlenen suçlar ve cinayetlerde önde giden bir ülke değil. Dış ülkelerde çok daha feci olaylar oluyor ama oralarda duyuluyor; biz de duyulmuyordu. (Mesela Fransa’da 1984’te eli kolu bağlanıp suya atılan Grégory Villemin cinayeti halen çözülemedi.) Aslında sayının azlığı da mühim değil. Bizi yaralayan, kendi çocuklarımızın hali. İnsanların yalnız kalabalıkta yetiştiği, ailenin dışındaki akrabalık ve sülale ilişkileri ile pek araları hoş olmayan en azından Tacitus’un Germania’sından beri bildiğimiz Germen yalnızlığı bu toplumda yoktur, başka problemler vardır. Fakat aile ve mahalle baskılarının sadece sıkıcı bir yönü üzerinde duranlara karşılık bizim kuşağın hayatında bile bunun koruyucu bir müessese olduğu görülürdü. Çok insan babaanne, anneanne ile dedenin verdiği kültürel kalıplarla şekillenmiştir. Üzerinde teyzesinin emeği, annesininkinden çok olanlar vardır; teyze, yarı annedir. Hayatı onlarla paylaşan damat bey, ailenin sevilen eniştesidir.
YENİ İNSAN TİPLERİ TÜREDİ
Bu süratle kayboldu. Türkiye’de endüstrileşme ve çarpık şehirleşmenin paletleri bütün bu insanları sildi. Yerine yenileri türedi. Baba anneyi dövüyor, boşanıyorlar veya adam ölmüş oluyor. Kadın, üzerinde hiçbir etki yapmamış bir sevgili buluyor. Yeni gelen adamın işi, çocukları istemem demekle başlıyor. Çocuk yok ediliyor, en son örneğini birkaç gün evvel gördük. Sevimli bir 4.5 yaşındaki bebeğin cesedi ortaya çıktı. Etrafta dilenen çocuklarıyla yaşamaya çalışan kadınlar var. Sosyal kurumların hatta hanımların ve beylerin kurduğu vakıf ve yardım derneklerinin ilgileri dışındalar. Şu ara yiyecek sıkıntısı bile çekiliyor.
En son haber; Cem Muhammet adlı çocuk dayak yiyip boşanan şaşkın bir anne tarafından anneanneye teslim edilmiş. Oradan henüz tam aydınlanmamış bir süreçte teyzesinde kalmaya başlamış. Teyze, her yerde ve her zaman görülen ruh hastalarının tipik örneklerinden; yaşadığı evi çöplük haline getirmiş. Bir de kendi kızı var. Herhalde bunaldığı zaman onun yanına gidiyor. Kızı Korece öğreniyormuş. Çöplükte bir de bakımını sözde üstlendiği ama bakmadığı çocuk var. Neredeyse 17 kilo, bir kadavra halinde buldular.
ŞÜPHELİ REHABİLİTASYON SÜRECİ
Hastanede, ilk safhayı hekimlerimizin ve tıp personelimizin başarıyla tamamlayacağına şüphemiz yok. İşin acı tarafı ondan sonra başlar. Medyada başarı raporları okumakla meşgul Aile ve Sağlık Bakanlığı devreye girecek ve sadece canı kurtulan, ruhen altüst olmuş yavruyu bizim sosyal yardım kurumlarımıza; yani yetimhaneye verecekler. Bu rehabilitasyon sürecinin doğru tamamlanacağına inanır mısınız? Koruyucu ailelere müracaat bile edilmeyeceği açık. İsteyene de kim bilir neler söyleyecekler. Çünkü şaşkın anne de henüz ortada ve kanunen onu dinlemek zorundalar veya kolaylarına gelecek. Akdeniz Üniversitesi’nin muhterem hocaları (Rektörümüz Prof. Dr. Özlenen Özkan ve Hastane Başhekimi Prof. Dr. Yıldıray Çete) inşallah bu süreci tedaviden sonra da devam ettirir, gözlerini hastadan ayırmazlar.
TÜRKİYE’DE DOĞUMLAR AZALIYOR
Türk halkı merhametlidir. Bosna’da konsantrasyon kamplarında Sırpların elinden kurtulan anneler ve beş bin çocuğuna bakmaya kalktılar. O zamanki hükümet bunların gelişini tasdik etmedi; çocukları evlat edinmek isteyenler alamadılar. Benzer mekanizma devam ediyor. Sahipsiz veya sorumsuz sahiplerinin çocuklarını koruyucu ailelere vermek zorundayız. Türkiye’de doğumlar azalıyor. 30 sene içinde nüfus problemimiz ortaya çıkacak. Doğan çocuklarımızı şu veya bu şekilde toplum olarak benimseyip korumalıyız.
Genel prensip; sabah kahvaltısını veremediğiniz, uykusundan önce kendi anlayışınıza göre konuşmayıp bir masal anlatamayacağınız veya bazı nasihatlerde bulunamayacağınız yavruyu doğurmanız tavsiye edilmez ama tabii bu kuralı tanımayan, tanıyamayan insanların doğurduklarını da sepete atacak değiliz. Haydi gayret ve şefkati harekete geçirelim.
TRT’DE MÜZİK
Bursa’ya doğru geliyoruz. Yanımda aziz dostum Doktor Hasan Karaman var. İstasyon, son derece şık bir benzin istasyonu. Pompanın başındakiler kibar çocuklar. İstasyonun tuvalet dahil servisleri mükemmel. Türkiye etrafa göre aşama kaydetmiş bir ülke. Yalnız içeriden hoparlörle verilen bir musiki var, felaket. Monoton bir temponun üstüne bet sesli, dünyanın en ahmakça güftesinin terennüm edildiği bir parça. Bitmek bilmiyor, bunu öbürleri takip ediyor. Çay içerken ve dinlenirken fark ettik.
Doktor Hasan’a baktım, “Ne kadar büyük işkence çocuklar için” dedim. Cevap olarak, “Kendi elleriyle tempo tutuyorlar ve terennüm ediyorlar, ondan ne haber?” dedi. “24 saat böyle bir şeyi dinlemek zorunda kalırsan sen de tutarsın. Ne Dede Efendi’n kalır, ne Itri’n, ne de Hacı Arif’in” dedim. Doğrusu bu.
MÜZİKTEN ANLAMIYORUZ
Türkiye, Tanzimat döneminde başlayan Batı müziğini izleme ve sonra Büyük Atatürk’ün musiki eğitimindeki reformlarına, orkestra ve operayı kurma çabalarına rağmen yerinde mi sayıyor, geriliyor mu, belli değil. “Ulaşılan yer, kavgası yapılan Türk musikisi mi, Avrupa musikisi mi?” diye özetlenemez. Cevap geldi: “Amuzikal.” Halkımız maalesef müzikten anlamıyor ve müziği bilmiyor. En olmadık yerde en manasız müzikler dinleniyor. Bir akşam yemeğinde klasik müzik parçası, bir oda müziği, o güzel yerde bir sonat veya İtalyan, Fransız, Akdeniz melodisi dinletmektense size olmadık rock müziği koyuyorlar. Düğünlerde elektronik müzikten kafamız şişiyor, tansiyonumuz çıkıyor ve kaçıyoruz.
KLASİK YERİNE CAZ VE ROCK
Liselerde musiki eğitimi hâlâ düzgün değil. Cevap da ortada; Türkiye’de son çıkan plakları takip edebileceğiniz, klasik müziği, senfonik müziği, operayı bantlarıyla alabileceğiniz yerler son derece sınırlı. TRT3’te bir program var, klasik müzik diyor; işin kolayını bulmuşlar, günün büyük bir kısmını caz ve rock ile geçiştiriyorlar. Anlaşılan tertipçilerin kendileri de klasik müziğin tam dibine kadar inmiş değil veya boşlamışlar. Oysa Mozart, Haydn, Beethoven, Bach; binlerce altın eser var... Rönesans, ladinî madrigaller vs. cabası. Belli ki programcılar caz müziğini de daha çok seviyorlar ve herkesin de böyle düşünmesini ve hissetmesini tercih ediyorlar.
Kendilerine Yunanistan’daki aynı paralel programın ne kadar nitelikli olduğunu belirtmek isterim. Theodorakis’in çıkması için izlenmesi gereken yol başkaymış demek ki; bizimki gibi değil. Önce dünyanın en ciddi musikisini sevip öğrenmeli, kendi klasik musikimizi de istiyor ve seviyorsak ciddi bir çalışma ve alakayla takip etmeliyiz. Bence klasik müzik programını hazırlayanların seçimi; Türkiye’deki musiki reformunun ruhuna uygun değil. Eğer yayın yoluyla klasik müzik öğretmeyi hedefliyorsanız, bunun da prensipleri ve sıkı kuralları olmalı; o zengin repertuvarı daha çok seçmeli ve daha bol zamanda yayınlamalısınız.
Paylaş