Paylaş
12 ve 41. yıl, bugünkü tarihçiliğimizin, Hıristiyan takviminin zamanlamasıdır. Aslında Hıristiyan dünya bile 6. asır başlarına kadar bu takvimi kullanmazdı. “Ab urbe condita” Roma şehrinin kuruluşunu başlangıç kabul eden ve bugünden 700 küsur yıl daha geriye giden takvim en geçerlisiydi.
ROMA’NIN DİKTATÖRÜ
Caligula, ortaçağlar ve yeniçağlar anlamında bir imparator değildir. Roma’nın diktatörleri olağanüstü zamanlar için fevkalade yetkiyle senato tarafından tayin edilirdi. Eğer bu yetkiler altı ay ve bir sene değil de bütün bir ömre uzatılırsa (ki Iulius Caesar bu hakkı neredeyse elde etmişti, ama Augustus elde etti) ortaya çıkana imparator denir. Caligula’nın bu dönemi sadece dört yıl sürdü. İlk bir buçuk senesinde aklı başında işler yaptı. Eski ve ilahi bir ailenin çocuğuydu. Patricilerin hepsi yarı tanrısal sülaleden geliyor diye anılır. Julius ve Claudius sülaleleri, Venüs tanrıçadan gelenlerdir. Dahası hiçbiri efsaneye göre İtalya’nın asıl yerlileri değildir. Troya Savaşı’nın iltica etmiş mağlup asilleridir.
ATINI SENATÖR YAPTI
Caligula’nın, inşa ettiği suyolları (aquaductus) ve şehir tesisleri bir müddet sonra kuru israfa dönüştü. Tiberyus’un zulmünden ve bütün ailesini temizlemesinden kurtulan genç Caligula, selefinden daha beter biri oldu. Yakınlarını o da temizlemeye devam etti. Bir tek amcası Claudius elinden kurtuldu. Caligula, pervers ilişkilere girdi, herkesi vergiye bağladığı yetmiyor gibi, atını senatör bile ilan etti.
Dönemi anlamak için tarih okumanıza lüzum yok. Robert Graves’in “Ben, Cladius (I, Claudius)” adlı romanı Julia sülalesinin bu kanlı dönemini ve hanedanın bitişini anlatıyor. Cladius’un akıllı ama ürkek yönetiminden sonra yeğeni Neron, Roma imparatoru oldu. Onun akıbeti malum. Hıristiyanlığa zulüm de Caligula ile başlamıştır.
DELİ, SAPIK VE YIKICI
19. ve 20. yüzyıl insanlığında tuhaf bir tarih yazımı ve anlayışı gelişti; Gaius Caligula, Neron ve nihayet İmparator Bilge Marcus Aurelius’un deli ve gaddar oğlu Commodus’un portrelerine bakarak bütün Roma imparatorlarını deli, sapık ve yıkıcı olarak nitelendirmek diye özetlenecek bir uslûp bu. Oysa modern uygarlığın bütün müessesleri Roma’dan geliyor ve tarihte aynı coğrafyada kurulan üç imparatorluktan, yani Roma, Bizans ve Osmanlı’dan daha çok imparatorluğa benzeyen imparatorluk da yok.
Caligula ve Neron’un ama onun yanında akîl insanlar Marcus Aurelius, Septimius Severus, Trajanus ve Hadrianus’u da öğrenmekte fayda olabilir. Roma’nın bazı kurumları, bu insanların ihlal edemeyeceği ve ortadan kaldıramayacağı kadar sağlamdı ve bunlar modern insanlığa kaldı.
ROMA İMPARATORLARI
Historia Augusta, MS 117-284 yılları arasında hüküm süren Roma imparatorları hakkındaki sayılı Latince kaynaktan biri. Kimliği belirsiz bir yazar tarafından 4. yüzyılın sonlarında yazılan eserin bu cildinde Hadrianus’tan Clodius Albinus’a kadar hüküm sürmüş Roma imparatorlarının biyografileri yer alır. Eser, Roma imparatorlarının sadece siyasi konularla ilgili yaptıklarını ya da savaşlarını değil, özel yaşamlarından fiziksel ve ruhsal özelliklerine, giydiklerinden yediklerine, okudukları kitaplardan hobilerine kadar birçok konuyu içerir.
İLGİNÇ ÇIKIŞLARI VE ZEKÂSI HERKES GİBİ BENİ DE ETKİLEMİŞTİR
NUR VERGİN
Yüz yüze 70’li yılların başında tanıştık. Galiba Ankara’da Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nde bulunuyordu. Bana ziyarete geldi. Sonra araya bir zaman girdi ve İstanbul Üniversitesi’nde rastlaştık. Giderayak daha sık görüşür olduk. Hatta 1979 yılında İstanbul Üniversitesi’ndeki doçentlik deneme dersime gelen yakın dostlardandı. Son yıllarda görüşemez olduk. Ölümünü gazeteden öğrendim.
ZEKİCE İĞNELERDİ
İlginç çıkışları ve zekâsı herkes gibi beni de etkilemiştir. Bir toplantıda Türkoloji sahasında çalışan Fransız bir Türkoloğa sorduğu soru çok açıktı: “Siz Türk arkadaşlarınıza bakarak ‘dinci’ tabiri kullanıyorsunuz. Bunu hiç Fransızca ya da başka dile çevirmeyi denediniz mi?” Bence dehşet bir soruydu. Çevirdiği zaman hiçbir işe yaramayacağı açık, “bidon” tabir edilen içi boş kelime, yaygın bir kavram olarak yerleşmişti. Aynı toplantıda kırsal alandaki bir araştırmadan bahseden Alman hanım sosyoloğa “Mülakatta bu soruyu sorduğunuz hanımların yanında eşleri de var mıydı?” diye sordu. Daha başka çevrelerde daha etkili iğnelemeleri olduğu açık. İnsanlar bunları hak ediyorlardı ve tahmin ediyorum hizaya da geliyorlardı. Fakat şık ve bilgili biri tarafından iğnelenmek herkesin hazmedeceği şey değildir.
LİSANI KUVVETLİYDİ
Yazdığı makalelerin bir kısmını ve Siyasetin Sosyolojisi kitabını hâlâ okuyorum. Lisanlardaki akıcı konuşma üslûbu hayranlık vericiydi. Dışarıda büyüyen birçok Türk’ün aksine Türkçeyi iyi kullanmak ve geliştirmekle çok meşguldü ve bununla da haklı olarak iftihar ederdi. Madrid Üniversitesi’nde ondan güzel bir İspanyolca dinlemiştim. “Başka hangi dilleri biliyorsun?” dediğimde, “Portekizcem daha iyidir” dedi. Fransızca ise bugün artık nadir rastlanacak derecede yazısı bile mükemmeldi. Bunu şahsen takdir edecek kadar çetin bir şey olduğunu biliyorum.
DÜNYAYI TANIYORDU
Dışarıda geniş bir muhiti de vardı, istese milletlerarası teşekküllerde (UNESCO gibi) iyi bir mevkii hemen alabilir, bir üniversitede rahatça bir kürsü sahibi olur ve hocalık yapardı. Lakin daima bu işten imtina etmiştir. Şu cümle ona aittir: “Allah korusun ama mülteci olmak zorunda kalırsam, İspanya’da yaşamayı tercih ederim”. Buraya yakın bir ülkeyi tercih ediyordu ve her hâlükârda başka yerde uzun boylu oturmayı da “Allah korusun” diye tasvip ediyordu.
Dünyayı tanıyan, her yerin tadını çıkaran birinin bunu söylemesini anlıyorum. Türkiye’de yaşamak, Türk olmak aslında herkesin anlayacağı bir tat değildir, zor meslektir. Onu bilen okumuşlardandı.
Paylaş