Paylaş
AVRUPA İkinci Cihan Harbi’nden çıkmıştı. Ortalık Birinci Harp sonrasından daha berbattı. Galipler de mağluplar kadar beter durumdaydı. Bu yıllarda Avrupa’da konuşlanan Birleşik Amerika Silahlı Kuvvetleri Komutanlığı’nın İngiltere’de bulunan subay ve askerlerine hitaben bastırdığı bir talimatnamedeki ifade çok ilginçtir. Orada Britanya İmparatorluğu halkının gururundan, kendine özgü sembollere olan saygısından söz ediliyor. Onların fakirliğiyle alay edilmemesini şiddetle emrediyor ve hükümdarın kişiliğine saygısız davranışlardan kaçınılmasının şart olduğunu belirtiyor.
Fransa’yı kurtaranlar hiç şüphesiz müttefiklerdi. İkinci Cihan Savaşı’na yüzde 55’i kırsalda yaşayan nüfusla giren Fransa’nın harpten çıkışı da hiç iç açıcı değildi. Galiba savaş öncesi duruma erişebilmek için 1955-56 yılına kadar uğraşıldı.
ALMAN MUCİZESİ
Harap Avrupa’da her şeye rağmen Amerikan Marshall kalkınma yardımının en etkin sonuçlar sağladığı yer Almanya oldu. O yıllarda İngiltere ve Fransa “Savaşı biz kazandık, kaybeden daha önde kalkınıyor” diyordu. Almanya 1950’lerden itibaren işsizliğin tamamen kaybolduğu, refah seviyesinin arttığı ve savaş sonuçlarının büyük ölçüde restore edildiği bir memleket haline geldi. Silahlı kuvvetlerin hacmi ve silah sayısı azalmıştı. Memleketin doğusu Demokratik Almanya olarak, batısı da müttefiklerin kuvvetinde ve işgali altında Federal Almanya olarak yeniden teşkil edilmişti. ‘Alman mucizesi’ sözü duyulmaya başlandı. Bu mucizeden dolayı Almanların sesleri çok yüksek çıkıyordu.
O kuşağın Almanları bugünküler gibi kendilerini harp suçlusu hatta Hitler rejimini cani olarak görmüyorlardı. Milliyetçiliği yeniden hortlatmaktan çekinenler sadece Alman Sosyal Demokratları ve Konrad Adenauer’in etrafındaki bazı aklı başındaki muhafazakâr Almanlar değildi. Birinci Harp sonrası hataların tekrarlanmasından ve doğacak sorunlardan çekinen Batılılar da aynı doğrultudalardı. Almanya’nın harp çıkaran ülke konumuna sünger çekildi.
DEVLET ADAMLARI ANLAŞINCA
İyi bir kurmay olduğu için Alman kültürüne de vâkıf, İkinci Cihan Harbi’nde ülkenin kurtarıcı önderi Charles de Gaulle yeniden iktidara çağrılmış ve Fransa yeni bir anayasa yapmıştı. General Charles de Gaulle neslinin bütün Fransızları gibi Almanya’ya muarız bir iklimde büyümüştü. Birinci Dünya Savaşı’nda Mareşal Petain’in karargâhında aktif bir kurmay olarak İngiliz-Fransız rekabetini de görmüştür. Buna rağmen İkinci Cihan Savaşı sırasında Londra’daki mülteci hükümetin reisi olarak müttefikiyle her zaman uyumlu ilişkiler içinde olduğu söylenemezdi.
1950’lerin Adenauer Almanyası her iki devletin yöneticileri arasında da daha uyumlu ve anlaşmalı bir ortamın varlığını gösterdi. Fransız devlet adamı Robert Schuman’ın 9 Mayıs 1950’de önerdiği ‘Fransız-Alman Kömür ve Çelik Birliği’ yavaş yavaş İtalyan De Gaspari, Fransız Jean Monnet, Robert Schuman, Belçikalı Paul-Henri Spaak’ın oluşturduğu bir tür ‘Avrupa Federasyonu’ fikri ve eylemi etrafında gelişti. 1957’de Belçika, Fransa, İtalya, Lüksemburg, Hollanda ve Federal Almanya, Roma Anlaşması’nı imzaladılar.
Önce ‘Avrupa Ekonomik Topluluğu’, ardından da ‘Gümrük Birliği’, ‘Avrupa Atom Enerjisi Birliği’, 1958’e dek atılan ciddi adımları ortaya çıkarmıştır. Avrupa Birliği henüz sadece Batı Avrupa’ydı. Almanlar İngiltere’yi de bu oluşuma almak istiyordu, Fransızlar ise buna karşıydı.
Orta sınıf Avrupalılar, Avrupa Birliği’ni komünizme karşı büyük bir iktisadi kuvvet olarak görüyorlardı. Doğrusu ABD ile Avrupa rekabeti kimseyi ciddi endişeye sevk etmedi. Avrupa, Amerika’nın askeri gücünün kendileri için şart olduğunu biliyordu.
EN BAŞTA BİZ İSTEMEDİK
Birliğe İtalya katılınca ilk sorun da başladı. Kuzey İtalya’nın canlı, renkli endüstrisi, yaratıcılığı ve enerjisi, güney İtalya’nın perişanlığı kanun ve nizama uymayan yapısıyla tezat teşkil ediyordu. Buna rağmen bu büyük bir problem gibi görünmedi. Hatta Avrupa zannetti ki (veya Federal Almanya gibi başkalarına da zannettirdi ki) böyle gelişmemiş, sorunlu bölgeler de Avrupa’nın içinde eski medeniyetin dirilmesiyle eriyip gidecektir.
Bu doğrultuda 1981’de Yunanistan kabul edildi. Hatta bazı romantik Akdenizli aydın politikacılar, ki bunların içinde Ankara’daki Avrupa Birliği temsilcisi Gianpaulo Papa veya İtalyan Sosyalist Parti milletvekillerinden Tuglia Romagnoli gibileri de vardı, Türkiye’yi de üyelik için istediler. Bu ortamda onların seslerinin kaybolması bir yana, sanayimizin babası Vehbi Koç, ona uyan TSK, hem ordunun hem sanayinin görüşlerine uyan Büyükelçi İlter Türkmen gibi diplomatlar ve Bülent Ecevit de Birlik’e girmemizi istemedi.
YUNANİSTAN 30 YIL BUNALTTI
Ne gariptir ki Ortak Pazar karşıtı olan bu çevrelerin bir müddet sonra “Avrupa Birliği’ne girmezsek ölürüz” feryadı yeri göğü tuttu. O devirdeki MSP, Avrupa’ya karşıydı; sonra bu partiden çıkan AK Partili ve eski ANAP’tan politikacılar da Avrupacı oldu. Türkler hiçbir zaman Avrupa Birliği ve konumunu ciddi şekilde etüt etmediler, maliyecilerin tavırları ve bilgileri son derece safdilceydi. İspanya ve Yunanistan’dan daha çok destek alacağımızı ve aniden kalkınacağımızı söyleyebiliyorlardı. Biz girmeye kalksak belki birlikte reddedileceğimiz ama tek başına Fransa ve Almanya desteğiyle hemen kabul edilen Yunanistan, 1980’den itibaren bize nefes aldırmadı; Türkiye’nin dış politikasını 30 yıl boyu bunalttı.
‘ZATEN EKŞİYMİŞ’ DER GİBİ
Şimdi aniden anti-Avrupa eğilimine girdik. Bir taraf diyor ki “Avrupa’nın savunması yok, üç milyon göçmeni biz tutmasak berbat olurlar”. Bazıları da diyor ki “Avrupa’sız yaşayamayız”. Bu laflara ancak “Öyle değil” denir.
Avrupa’yı küçümseme, tilkinin erişemediği çardaktaki üzüm salkımı için “Zaten ekşiymiş” demesine benziyor. Türkiye’nin AB sayesinde zenginleştiğini söylemek ise tatlı bir yalan. Türkiye mühendisler ülkesidir, bugüne kadar korumacılığımız ve sanayileşmemizle, barış hükmettiği takdirde yabancı sermayenin yerleşmek için can atacağı memleketlerden biriydi. Günümüz Türkiyesi’nin ise talihsiz coğrafyasının getirdiği problemler ve maalesef hızlanan çatışma ortamı yüzünden Avrupa Birliği’nin gerçek anlamda bir adayı olmadığı görülüyor. AB’nin diplomatik oyalamacılığı karşısında gösterilen tepkilerin bir etkisi olur mu, bilmiyoruz. Fakat diplomaside aşırı gürültücü bir üslûbun, bazı ahvalde yerel girişim ve yetenekli politikacıların çabasını etkileyeceği açık.
Paylaş