Paylaş
İKİNCİ Dünya Harbi şu ana kadar yeryüzünün en uzun ve fasılasız süren toplu savaşı; tarihte ismi geçen 30 Yıl Savaşları, 100 Yıl Savaşları veya Peloponnesos Harpleri gibi savaşlar büyük ölçüde mevzii muharebelerden oluşan, fasılalı ve kuşkusuz kullanılan silahların 20. yüzyıl hatta 15.-16. yüzyıllarda bile ile mukayese edilemeyecek kadar masum sayılması gereken savaş araçlarıdır. İkinci Cihan Harbi, 4 yıl süren Birinci Dünya Savaşı’ndan daha uzun olduğu gibi cepheler çok daha geniştir, çok kanlı ve fasılasız topyekûn bir harp olmuştur.
3’TE 1’İ YOK OLDU
İnsan kaybının sonu yoktur. Gariptir ki ordu ve sivil halkın kaybı bakımından Britanya İmparatorluğu Birinci Cihan Harbi’nde daha çok sıkıntı çekmiştir ama Kıta Avrupası uzak Japonya için bu durum aynı değildir. Bilhassa Birleşik Devletler ilk defa eski dünyaya bu kadar aktif olarak karışmıştır ve genç askerler büyük fedakârlıkla, büyük kayıplarla savaşın yönünü değiştirerek çarpışmışlardır. Sovyetler Birliği’nin asker ve sivil kaybı son derece yüksektir. Fransa savaştan erken çekildiği ve teslim olduğu için Birinci Cihan Harbi’ndeki kayıplarının çok altında kalmıştı. Polonya gibi bir ülke ise nüfusunun üçte birini kaybedecek kadar hem ordunun savaşı hem de sivil halkın maruz kaldığı katliam bakımından önde gelendir. Bir noktanın tartışmasız kabul edilmesi gerekir. Türkiye İkinci Cihan Harbi’ne katılsaydı çok şey kaybedecekti ve varlığı da başka türlü tezahür ederdi. Bu bakımdan bu savaşı önleyen diplomasimizi olumlu bir şekilde değerlendirmeliyiz.
SALDIRGAN AZINLIKLAR
Birinci Cihan Harbi’nden sonra mevcut anlaşmaların içinde en uzunu Lozan oldu. Öbürküler ki hepsi de Paris civarında yapılan ve o yerlerin adını taşıyan anlaşmalardır, tatminsiz ülkeler ortaya çıkardı. Bütüncül bir milliyetçilik dediğimiz intikamcı ve organize hareketler arttı. Yıkılan imparatorlukların eski komutanları yeni bir dünyayı hazırlamak için yeraltı faaliyeti tipinde oluşumların içine girdiler. Almanya İmparatorluğu ile Avusturya’nın sınır dışı kalan azınlıkları müthiş tatminsizdir. Hatta Südetler bölgesindeki eski Avusturya tebaası olan Almanlar Çekoslovak Cumhuriyeti’nde oldukça iyi bir muamele görmelerine rağmen saldırgan bir azınlık politikası güttüler. Aynı şey 1.5 asırlık fasıladan sonra kurulan ve alman Reich’dan bazı eski topraklarını bu nedenle geri alan Polonya için de söz konusudur. Polonya’nın deniz toprakları Almanların elinde kalmıştır. (Königsberg -halen Kaliningrad- ve Litvanya’daki kısım.) Denize sadece özel statüdeki Danzig (Gdansk) şehrinden açılan koridorla ulaşılabiliyordu.
UTANMAZ PROVOKASYON
Almanya bu koridoru hazmedemedi ve Polonya da bu noktadan sonra tavizi vermedi. Netice utanmaz bir provokasyonla sınır ihlali yaptıkları gerekçesiyle Almanya, Polonya’ya savaş ilan etti. Daha evvel aynı şeyi Çekoslovakya’ya yapmışlardı. Bu saldırıyla elde ettikleri bölge ve ilhak maalesef büyük devletlerce tanındı. Britanya’nın bu ağır kusurunu sonradan ödeyeceği çok açıktı. Polonyalılar eğitime, sağlığa ve kalkınmaya yönelik bir politika gütmüşlerdir. Ordularını yeterince motorize edememişlerdir. İyi bir komutan olan Mareşal Jozef Pilsudski bile böyle bir barışçı politikayı takip etti. Dolayısıyla Alman birliklerinin motorize ve donanımı aktif saldırısına rağmen Polonyalılar tanklara karşı süvarilerle vatanı savunmak gibi bir şövalyelikle tarihe yazıldılar.
SABRI TAŞIRAN DAMLA
Polonya’ya karşı savaş ilanı Batı ülkelerinde sabrı taşıran son damladır. Fransa ve Britanya, Almanya’ya harp ile ettiler. Sovyet Rusya ise bir müddet evvel imzaladığı ve mutlaka savaş gücüne yeterince güvenemediği için bir teminat olarak gördüğü Molotov-Ribbentrop Anlaşması’yla böyle bir eyleme girmediği gibi 1918-19’da kaybettiği Baltık ülkelerine, Finlandiya’nın bazı bölgelerine ve asıl önemlisi Batı Ukrayna’yı ilhak etmek için bu savaşı bir fırsat bildi. Aynı şekilde Romanya’ya verilen eski Avusturya topraklarından Bukovina’yı (Boğdan) Romanya’dan ele geçirdi. Bu tutum enternasyonalist sol cephede de stratejik ve fikri çatlaklara neden olmuştur. Savaş çok acı ve beklenmedik biçimde başlamıştır. Polonya ilk gerçek kurban ve ilk direnişçiydi. Fakat 1941’de Sovyetler’e saldırı Almanya’nın cephesini genişletti, teknik savaş gücünü sekteye uğrattı. İngiliz askeri tarihçi Liddell Hart’ın, Kronik Kitap’tan çıkan “Hitler’in Generalleri Konuşuyor” isimli çalışmasından öğrendiğimiz üzere, Alman Kara Kuvvetleri Başkomutanı Brauchitsch de “rakip tarafın Polonya, Fransa ve İngiltere’yle sınırlı kalması durumunda, Almanya’nın savaştan ‘muhtemelen’ lehte bir sonuç almayı umabileceğini, lakin Rusya’yla da savaşılması durumunda kazanma şansının yüksek olmadığını” üstüne basa basa ifade etmişti.
GİDİŞATI DEĞİŞTİRENLER
Kızıl Ordu’nun ağır lojistik problemleri olmasına rağmen savunmaya devam etmesi bütün savaşın karakterini değiştirdi. Britanya ise özellikle ana ülkesini savunmak ve Kuzey Afrika’da da Kahire yakınlardan El Alamein’de Mareşal Rommel’i durdurmakla savaşın gidişatını değiştirdi. Ardından Rusların Stalingrad Savunması zaferle sonuçlandı. Aslında savaşa Çin ve Mançurya’da çok erken başlayan, 1941’de Pearl Harbor’la ABD’yi karşısına alan Japonya bile Sovyetler’e karşılıklı harp ilan etmedi ve savaşın en korkunç safhası atom gücünün kullanılmasıyla bu ülkede kendini gösterdi. Bugün dahi insanlığın korktuğu safha ve harp biçimi budur. Savaş başlamadan çok önce İtalya, Japonya ve Almanya arasında bir mihver oluşmuştu. 1935’te İtalya’nın Habeşistan’a saldırısını Almanya’nın desteklediği artık bir sır değil. 1937’de Japonya’nın Mançurya ve Çin macerasına dünya sesini çıkaramadı. Vaktaki Britanya’nın sömürgelerine doğrudan saldırı başladı, işin rengi değişti.
AKDENİZ İÇİN NEFES
3 Eylül 1939’da ani bir saldırıyla başlayan bu savaş Avrupa için Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim tarihi olan 7 Mayıs 1945’te, Japonya ve ABD için Nagazaki ve Hiroşima olaylarından sonra 15 Temmuz’da Japonya’nın tesliminin ilan edilmesiyle sona erecektir. Resmen imza ise tuhaf bir tesadüf 2 Eylül 1945’i gösteriyordu. Demek ki beşeriyet 6 yıl çılgın ve yaygın bir savaşı fasılasız sürdürmüş. İspanya, Portekiz ve Türkiye gibi birkaç ülkenin ve Fransız Britanya kontrolünde olmalarına rağmen Mısır-Suriye-Lübnan gibi ülkelerin bu savaşın dışında kalmaları Akdeniz’in tarihi gelişimi için bir nefes alma sayılmalıdır.
GELECEKTEKİ ESAS ROL
ORTADOĞU Teknik Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın da desteğiyle Güney Kutbu’nda Antarktika kıtasında araştırmalar yapıyor. Güney Kutbu’nu araştıran ülkelerin içinde uzman sayısı ve çalışmaların niteliği itibariyle Türkiye ilk yüzde 35’te yer alıyor.
5-6 Eylül günlerinde ODTÜ’nün kongre salonunda 4 seksiyonda bütün bu katılımcı araştırmacıların tebliğleri yer aldı. Bizim kuşağın ilk gençliğinde doğa bilimcileri ancak dış dünyayı neşriyattan izler, kısa fasılalarla gittikleri yerde öğrendiklerini aktarmaya çalışırlardı. Deneyler tekrarlanırdı. Bu bir öğrenme ve yetişme safhasıdır.
SEVİNDİRİCİ GELİŞMELER
Bugün Türk doğa bilimi uzay araştırmalarında, yeryüzü bilimlerinde ve bu meyanda kutup bilimlerinde araştırıcı, özgün katkıları olan bir grup olmaya başladı. Hatta zirveye doğru tırmanıyor. Bunlar sevindirici gelişmelerdir. Bu gibi gelişmeleri daha geniş bir şekilde aktarmak ve tanıtmak eğitim ve bilim alanındaki çöküntüler dolayısıyla doğan bedbinliği azaltır ve doğrusu da budur. Kutuplara giden bir ülkenin bir çıkışının olacağı mutlaktır. Gelecek bilim olmalı ve doğa bilimi bu süreçte esas role sahip olacak.
Paylaş