Paylaş
İtalya bütün tarih seven gençler gibi benim de hep gezip görmek istediğim bir yerdi. Hayatın tuhaf cilvesi, bir buçuk yaşındayken bulunduğum ve elbette hatırlamadığım bu şehre bir daha yıllar boyu gidemedim. Bununla beraber, oldukça genç yaşta Venedik ve Trieste’yi, ardından da biraz gecikmeyle Floransa’yı gezebildim. Hem de doya doya.
Fakat 1970’lerin başına dek Roma’yı hâlâ görmemiştim. İtalya’ya kuzey tarafından her adım atışımda Roma liste dışı kalıyordu. Çünkü İtalya seyahati insanı oyalayacak kentlerle doludur. Hele bana göre İtalya’nın en çok özleneceği yeri Apeninler’in kuzeyindeki o soğuk dünyadır. İtalya Avrupa medeniyetinin başlangıcı ve arasıdır. Yıllar geçti. Nihayet bir gece ‘late night show’ denilen sinema gösterisinde Fellini’nin Roma’sını seyrettim (Bu arada Viyana’da Pasolini ve Fellini’yi tanıdığımı söylemem gerekir). Artık Roma’yı muhakkak görmem gerekiyordu.
ROMA’NIN ÇAMLARI ROMA’NIN MERDİVENLERİ
Filmi izlememin hemen ardından, 1972’de Roma’yı nihayet gördüm. Kitaplardan tanıdığım Roma’nın hakikisi beni çarptı. Dönüşümü de erteleyerek şehirde üç haftayı aşkın bir süre kaldım. Bütün şehri sokak sokak gezindim; hatta Via Appia’yı bile tabanvayla keşfettim.
Harita, rehber ve kahve, işte bu 23 günün araçlarıdır. Gezileri her zaman yalnız yapmak iyidir; daha çok öğrenirsiniz. Yanımda kötü bir fotoğraf makinesi de vardı. Pini di Roma (Roma çamları), Roma’nın merdivenleri, Batı edebiyatını, müziğini ve resmini niye etkilemişti, anlamıştım.
DÜNYADA VAR MI BÖYLE BİR BAŞKA ŞEHİR?
Roma, oradan ayrıldıktan sonra bile rüyalarıma giren bir şehir oldu. 45 sene evvelki Roma ve İtalya bugünkü gibi değildi. İtalya genç nüfuslu bir ülkeydi. Roma canlıydı. Bugün çöküntü mıntıkası dediğimiz semtlerinde mütevazı alt-orta sınıf insanlar yaşıyordu. Via Veneto, Gianicolo, Trastevere ve Vatikan civarındaki zengin semtler kadar buraları da ilginçti. Açık pencerelerden sokaklara taşan ışık, geç akşam yemeğinin çatal bıçak sesleri, kafelerdeki kalabalıklar Roma’da yalnızlık duygusunun oluşmasına fırsat vermiyordu. Bakımlı şehrin bakımsızlığı da bir başka ihtimam altındaydı.
Siyaset ve iktisat dünyasında yolsuzluklarını çok duyduğumuz İtalyanlar ecdat mirasını korumakta fevkalade muhafazakârdırlar. Halk, baba evini ve şehirlerini korumayı düstur edinmişti bir kere. Böyle bir yerde hükümetler de gerekli yasal düzenlemeyi ve uygulamayı daha rahat yapar ve canla başla tarihi çevreyi koruyabilir. İtalya, henüz batı Avrupa’nın bazı şehirlerinde görülen hoyratlığı benimsememişti. Roma’daki yirminci günümün sonunda “Dünyada böyle bir başka şehir var mı” sorusu zihnime takıldı. Sorunun cevabını kendim buldum elbette.
İstanbul... Üç tarafı suyla kuşatılmış İstanbul yarımadası, iki yaka, Boğaziçi... Üstelik bir küçük İtalya diyebileceğimiz Pera, yani Beyoğlu bölgesi...
Ama İstanbul’un yıkımı başlamıştı. Gerçi Suriçi’nde bir kısım semtler henüz Caterpillar’larla karşılaşmamıştı. Beyoğlu ise kendi yalnızlığını ve insan profilinin değişmesine rağmen fiziğini koruyordu. Ama yıkım başlamıştı. Sadece bugünkü İstanbul’u bilenler, şehri Roma’yla karşılaştırabilir mi, bilmiyorum. 1960’larda hatta 1970’lerin başında bu henüz mümkündü.
İKİ ROMA VAR ÜÇÜNCÜSÜ YOK
O günden bugüne Roma İmparatorluğu’nun iki başkenti bütün zihnimi ve heyecanımı kapsadı. Ama kuru heyecanla kalmadım. Roma’yı daha iyi incelemeye başladım. En mutlu tesadüflerden biri Roma Üniversitesi’nde çalışan Roma hukukçusu Prof. Pierangelo Catalano’nun tertiplediği ‘Da Roma Alla Terza Roma’ (Birinci Roma’dan Üçüncü Roma’ya) konferanslarının başlaması oldu. Birinci Roma’nın arkasından gelen ‘ikinci Roma’ hiç şüphesiz Konstantinopolis’ti.
Ben toplantıya Osmanlı İstanbul’u üzerine tebliğler vererek katıldım. Zaman zaman Tekin Akıllıoğlu, Havva Karagöz, Başak Karaman gibi meslektaşların katkılarıyla İstanbul’da da toplantılar yapıldı. Bugün 25 senedir bu konferanslara katılmış biri olarak söyleyebilirim ki bu toplantının iddiasının aksine tarihte üçüncü bir Roma yoktur ve olmayacak. Bizans’ı birinci Roma’nın uzantısı Hıristiyan bir başkent olarak alabiliriz. Zaten adı ‘Nea Roma’ydı; sonra da Konstantinopolis’ti. Osmanlı İstanbul’u, son Müslüman Roma İmparatorluğu’nun başkentidir. Konstantiniyye, Darussaadet, Darulhilafet ve İstanbul diye de anılır. Slav dünyasının Tsarigrad’ı, yani Çar şehriyle, şehrin kurumlarıyla, tarz-ı idaresiyle de birbirine benzer. Eski Roma da buğdayını ve etini dışarıdan getirirdi. Bu beslenme mekanizmaları aynen İstanbul’da da devam etti. Osmanlı’nın buğdayı ve eti Dobruca’dan, süt mamulleri Kırım’dan, pirinci Mısır’dan, meyve ve sebzesi etraftan gelirdi. Şehrin asayişini Roma’da ‘praetor’, Bizans’ta ‘eparh’, bizde ‘kadı’ sağlardı. Üçü de hem hâkim hem belediye başkanı hem de asayişle görevli subayların büyük amiri ve denetleyicisidir. Tarihte en kozmopolit geçinen şehirler dahi bunlar kadar düzgün, uyumlu ve kaynaşık bir kozmopolitliğe sahip değildir. Burada her milletin sesi çıkardı ama bir tanesi yönetirdi. Galiba İtalya’daki Roma’yla buradaki Roma’nın yani İstanbul’un müşterek tarafı da buydu. Bir ana unsur vardı ama öbürleri onun vazgeçilmez parçası olarak bu şehirlerde yaşamaya devam etmiştir.
ERGUVANLARDAN BİLE UTANIYORUZ
Bu tatlı tahlil, bu tarihi yorumlama, heyhat bugün şehrin haline baktıkça insanı tarumar eden manzaralarla ani bir balyoz yiyor. Aşırı yapılaşma, İstanbul’un her zaman için özgünlüğü olan küçük yeşil alanların yok olması, kargir ve ağacın kaynaması bugün artık yok. Bir gezi dönüşü iki genç işadamı “Roma güzel ama bakımsız kalmış, oraya gökdelenler yapsalar” gibi laflar ettiler. Galiba zihniyet farkı iki Roma arasında rahatlıkla görülüyor.
Boğaziçi’nde erguvanlardan bahsetmeye utanıyoruz. Mayıs ayında Boğaz’ın erguvanları, denir ki, “Burada bizim ceddimiz, bize göre bin misli çoklukla var” demek için görünürler. Aklı başında hiçbir insan artık yüzü kızarmadan Boğaz’ın erguvanlarıyla övünemiyor.
Biz birinci Roma’dan daha görkemli olan ikincisinin camilerini gölgelemek için çirkin gökdelenler yapıyoruz. Birinciden daha yeşil ve onun kırmızıları kadar uyumlu taş yapıları yok etmek için plastik medeniyetini getirdik. Lüzumsuz süslenen hatta neye yaradığı tartışılan Haliç köprüleri ve ‘kanatlı’ rıhtımlarla neyi berbat ettiğimizin farkında bile değiliz. Geçmişte Boğaz’ın kenarındaki yeni Roma’da nüfus bu kadar sorumsuz artmadı ve sorumsuz yaşamadı. O eski Roma’da yaşayan köleler bile kendileriyle anket yapsanız Roma’yı sevdiklerini söylerlerdi. Roma tarih ve edebiyatının kalıntıları bunu gösteriyor. Oysa bizde belediye anketlerinde bile halkın önemli çoğunluğu İstanbul’u sevmediğini söylüyor.
İSTANBUL’U SEVENLERİN İSTANBUL’U OLMALIYIZ
İSTANBUL hâlâ Akdeniz’in metropolü. Onun nüfusuna ve mazisine benzer bir başka metropole, Kahire’ye benzeyen bir kadersizliğe düşmemek için şehrimize iyi bakmalıyız.
Müteahhit hunharlığına karşı Roma’daki arkeoloji otoritesinin, kanunlarının benzeri uygulanmalı ve her şeyden evvel İstanbul’u
sevenlerin İstanbul’u olmalıyız ki onun üstündeki her değişikliği gözleyelim ve tedbir alalım.
SON 24 SAATTE YAŞANANLAR
Paylaş