Paylaş
ÖNCE iki Fransız meslektaşımın görüşleri üzerinde durmak istiyorum. Biri Liberation Gazetesi Dış Haberler Müdürü Marc Semo, öteki Le Monde Gazetesi dış politika yazarı Marie Jego...
Semo, soykırım yasasını saçma bir hareket olarak tanımlıyor.
Bu saçma olaya Türkiye'nin tepki göstermesine ise şaşırdığını söylüyor.
Türkiye'nin tepkisi bu yasayı ciddiye almasından değil, dost bildiği bir ülke tarafından soykırım yapmakla suçlanıp mahkûm edilmesinden...
Jego ise konunun çok daha derin ve önemli olduğunu söylüyor.
Zaten Türkiye'nin isyanı da buna.
Üzücü olan bu kadar derin ve önemli bir konuyu Fransız parlamenterler ile Cumhurbaşkanı'nın sadece diasporanın iddialarına dayanak karara bağlaması ve Türkiye'yi mahkûm etmesidir.
İki meslektaşıma söylemek istediğim, Fransa'nın yaptığının dost bir ülkeye yakışmadığıdır.
Türk ve Ermeni ulusları arasına düşmanlık tohumları ekmek gibi bir çabanın öncülüğünü Fransa yapmamalıydı.
Türkiye'yi inciten budur.
* * *
Ben Fransız lisesinde (Saint Benoit) okurken 1960'ların başında yıldızı parlayan Ermeni kökenli şarkıcı Charles Aznavour bizim idolümüzdü.
Bütün okul ona hayrandık.
Ermeni arkadaşlarımız gibi onu sever, içimizden biri gibi de benimserdik.
Bu ufak tefek ama müziğiyle bir dev olan adamın başarılarıyla gurur duyardık.
Onun yaşamını ezbere biliyorduk. Örneğin müziğe çocuk yaşlarda başladığını, 9 yaşından beri sahnelerde olduğunu, 1946 yılında Paris'in kenar mahallelerinde bir gece kulübünde şarkı söylerken ünlü sanatçı Edith Piaf'ın dikkatini çektiğini...
Sonra 1960'a kadar bir türlü şöhreti yakalamadığını, Piaf'ın ünlü parçalarını bestelediğini, sanatçının 1951'de alkol batağına sürüklendiği zaman ona en güzel parçası olan ‘‘Plus Bleu Que Tes Yeux’’yü bestelediğini...
Bu şarkıda maviyi çok seven Piaf'a ‘‘Gözlerinden daha mavisini görmedim’’ diye seslendiğini...
Piaf gibi bir efsanenin ‘‘İl Pleut-Rien de Rien-İl y avait-Jezebel’’ gibi muhteşem parçalarını da o yazmış, bestelemişti.
Ayrıca elinden tutan Piaf'a borcunu fazlasıyla ödemesi bu küçük adamı gözümüzde daha da büyütüyordu.
* * *
1961'de yıllarca müziğin hamallığını yapan küçük adam sonunda hak ettiği şöhreti yakaladı.
Alışılmadık sesindeki romantizmi belki de ilk keşfeden ülkelerden biri Türkiye oldu.
Çünkü Türk insanı Anadolu Ermenileri nedeniyle onu kendine yakın buluyordu.
Kısa zamanda ünü bütün dünyaya yayıldı.
Ama nedense sonraları, 1970'lerde bu küçük dev adam Türk-Ermeni dostluğuna hizmet edeceğine, iki ulus arasında kin tohumları ekmeye çalışanların kampında bir militan olarak yer aldı.
Bu bizleri hayal kırıklığına uğrattı.
Gençliğimizin idolü bize ihanet etmişti.
O artık Anadolu'da kader birliği etmiş, yüzyıllar boyu birlikte yaşamış insanlar arasında yeniden kin sokmak isteyen fanatiklerden biriydi.
Bu davranışı tıpkı Fransa gibi bu dev sanatçıya da yakışmadı.
Tarihte kalmış acı olayların küllerini deşerek Türk ve Ermeni halklarını birbirine düşman etmek kime ne kazandırır, kimin ne işine yarar?
İki ulus da birbirini sever.
Dinlerimiz dışında geleneklerimiz göreneklerimiz, duygularımız, öfkelerimiz, coşkularımız, aşklarımız, nefretlerimiz, kara saçımız, kara kaşımız, kara bıyığımız, müziğimiz, mutfağımız tıpatıp aynıdır.
Birbirine bu kadar yakın olan iki ulusu düşman yapma gayretlerini ben anlayamıyorum.
İşte bunun için bir zamanlar hayran olduğum Aznavour'un bu davranışı beni şaşırtıyor.
Paylaş