En sevdiğim görüntülerden biri; birbirine sıkı sıkıya sarılan insanlar.
Cana can, kana kan. Sıcak, samimi.
Sonra Pet Shopların önünde kapalı camlara, tel örgülere rağmen çocukların kedilere, köpeklere uzanan sevgi elleri. Sevgi sözleri. Gözlerindeki ışıltı. Ne hoş!
Ya yaz kış dinlemeyen denizlerin, nehirlerin, göllerin senfonisi. Suyun dansı. Işıltı, pırıltı ne ararsanız!
Bir de işyeri gülüşmelerini severim. Güne yeni başlamanın heyecanı, insan sevgisi, yeniliklere gebe saatler. Sıcak bir "günaydın".
Daha bir sürü şey.
Ama "kötü kareler"de var elbette. Akla takılan. Hoşlanılmayan. Belki.. Nefret edilen..
Çiçek, ağaç katliamı. Parklarda, bahçelerde yeşil sadistliği! Acımasızca dal kıran, çiçek koparan insanlar.
Çevreyi pisliğe boğan egzos dumanları. O dumanları saça saça, insanları zehirleye zehirleye sokakları, caddeleri arşınlayan araçlar. O araçlara karşı duyarsız, tepkisiz bakışlar.
Körfez vapurundan denize çöp, Kordon’un en güzel yerinde yeşile, taşa tükürük!
Ne iğrenç!
Ve hayat devam ediyor. İyilerle, kötülerle. Doğrularla, yanlışlarla.
Ve akıp giden hayatın içinde en derin soru: Ne yapıyoruz?
Daha doğrusu..Zamanı doğru kullanıyor muyuz?
Hep maalesef. Hep "aa, doğru ya!" nidası.
Hep bir pişmanlık. Özensizlik, dikkatsizlik.
Zamanın suçu ne ola ki! Kusur kimde?
Flaum ailesinin kaleme aldığı kitap geçti geçenlerde elime: 100 millik yürüyüş.
Bir baba ve oğlun, liderliğin özünü bulma yürüyüşü.
Kitaptan bir bölüm: "Konuşmaktan çok dinlediğimizde daha çok şey öğreniriz. Tüm başarılı liderlerin hayatlarında hem büyük güçlükleri aştığını, hem de en az bir tane iyi danışmanları olduğunu görürüz".