Paylaş
‘Klostrofobi’ hastalığından musdaribim, bütün kapalı mekanlar bana dehşet verir. İşte neredeyse Taksim - Şişli dolmuşu sıklığıyla uçağa biniyorum, çelik kuştan hala müthiş korkarım. Asansörden de hazetmem. Tabanvaya kuvvet çıkarım.
Otomobil veya tren tünele girdiğinde ise sırtımdan soğuk terler boşanır.
Zaten ecelin nefesini en çok kurşunların vızırdadığı İgman Dağı'nda değil, esir Saraybosna'ya nefes borusu oluşturan o melun tüneli katederken hissettim.
Dağ dedim de aklıma geldi, ben deniz ufku yalnız Adalar siluetiyle sınırlı bir İstanbul çocuğuyum, karada da tek engebe olarak minare ve gökdelenlerini kabul edebilirim. Tabiatın tepesiyle, bayırıyla, zirvesiyle hiç aram yoktur.
Yolum kazaen böylesine coğrafi mıntıkalara düşecek olsa derhal hafaganlar basar. Ölüm paniği tüm benliğimi sarmalar ve acilen buralardan kaçarım.
Dolayısıyla, Courchevel ve Saint-Moritz, sosyetiklerin çat kapı uğradığı o meşhur kayak istasyonlarına sırf otelin barında sıcak rom içmek ve bacağı alçıda hatunları tavlamak için bile gitmek, aklımın köşesinden geçmez.
Allah yazdıysa bozsun, önüm, arkam, sağım, solum beyaz kefenle örtülmüş mezar öbekleri, derhal tıralelli olur ve kendi ruhuma fatiha okumaya başlarım.
Benim deniz ve ova ufuklarına ihtiyacım var, dağların prangasına gelemem !
* * *
BUNU diyorum ya, aslında seksenli yıllarda metazori iki kez dağa çıktım.
O zamanki genel yönetmenim sevgili Hasan Cemal talimatı çakınca, birinci ve ikinci Davos yolculuklarında rahmetli Özal'a refakat etmek görevi düştü.
Davos'un ismini hem Yakup Kadri ve Thomas Mann kitaplarında, hem de genel kültürde işitmişim ama henüz dünyaya çok kapalı bir ülkenin gazetecisi olduğum için, kulaktan dolma bilgi kırıntıları dışında, her yıl orada yerkürenin en ‘kaymak tabakasını’ toplayan gayr-ı resmi ‘Ekonomik Forum’dan haberim yok.
Üstelik, zaten ‘çikita’ muz ithal ettiği ve özel uçak ısmarladığı için Turgut Özal o sıra statüko zaptiyelerinin şimşeklerini üzerine çekmekte, buna şimdi bir de kimsenin adını duymadığı bir oturuma katılmak fantezisi eklenmiş, Başbakan topun tam ağzında... Vur abalıya, yolda kar değil küfürname yağıyor.
‘Fukara devletin paracıklarını sosyetik spor merkezinde çarçur ediyor’dan tutun da, ‘şiş göbekli kapitalistlerin önünde avuç ovuşturuyor’a kadar basının ve muhalefetin ezici bölümü kendisine zehir zemberek oklar yönlendiriyor.
* * *
AMA Özal bu öyle kolay pabuç bırakır mı? Tüm bazı yanlışlarına rağmen ne Davos'u çevreleyen Alpler, ne onların ötesindeki Tiroller, ne de daha doğudaki Balkanlar onun ufkunu prangaya vuramadı. Ankara lideri doğal engebelerin hepsini birden delerek ülkemizin ufkunu dünyanın ufkuna kavuşturdu.
Bunu da ‘Ekonomik Forum’un uluslarası planda henüz bugünkü kadar şöhret kazanmamış olduğu bir dönemde yaparak öngörüsünü ve öncülüğünü ispatladı.
Gerisi malum, Davos'a gitmek artık ülkemizde ‘ahval-i adiye’ye dönüştü.
Nitekim, ne mutlu ki, Başbakan Bülent Ecevit bugün Turgut Özal'ın almış olduğu özel uçağa binerek Zürih'e iniyor, oradan da dağa çıkıyor.
* * *
MESELENİN özü şu: ‘Klostrofobi’den musdarip olduğunuz için uçak, asansör, tünel, dağ gibi kapalı ve sınırlı mekanlardan korkabilirsiniz. Bu korkunun kökeninde daima açık ufka sahip olabilmek arzusu vardır. Örneğin benim gibi...
Oysa bazıları böyle korkular hissetmezler ve onlar uçağın, asansörün, tünelin, dağın daha ötesindeki ufku görebilirler. Örneğin Turgut Özal gibi...
Bir de üçüncü tür insanlar mevcuttur ki, onlar ‘klostrofobik’ olmuş veya olmamış, hiç farketmez. Çünkü onların zaten ufku yoktur! Onlar bakarkördür!
Kimler mi ?
Önce Özal Davos'a gidiyor diye lanet okuduktan sonra, şimdi hala aynı bozuk plağı tekrarlayarak Ecevit'in yolculuğu için kıyamet koparanlar.
Paylaş