Paylaş
Önce şöyle ki, Bumin yedi yıl evvel bin Ali’nin Tunus’taki nespotik diktatörlüğünü eleştirdiğinde o da aynen benim gibi Ankara’daki Mağribi Büyükelçinin hışmına uğramış.
“Efendisi”ni sahiplenen sefir hazretleri kendisine “düzeltme”(!) üstüne “düzeltme” göndererek ülkesinin aslında ne denli demokratik ve özgür olduğuna dair edebiyat döktürmüş.
BENİM gibi diyorum, çünkü 15 Ocak tarihli “Türk modeli, Tunus kopyası” başlıklı makalemde de belirtmiştim, aynı elçi aynı densizliği bana da kaç defa tekrarladı.
Ancak tabii bendeniz söz konusu “düzeltmeler”e sütununda yer vermek nezaketini gösteren Kürşat gibi “terbiyeli”(!) olmadığım için bunları anında çöpe atmıştım.
Artı, lisan-ı münasip yerine elçinin anladığı Fransevî dilde oturaklı bir deyim kullanıp, Türkiye’deki basının Tunus’taki sansür bakanlığından emir almadığını yazmıştım.
Eh, efendisi Suudi çadıra tüydü ya şimdi belki o da yaban diyara kaçmıştır. Ama belki de eski rejimin diğer uşakları gibi “vallahi mecburen öyle yaptım” diye günah çıkartıyordur.
Neyse, aynı deyimle şeytana kadar yolu var, konumuzu sefil bir sefir oluşturmuyor.
KONUMUZU şu oluşturuyor: Kürşat Bumin dünkü yazısında bir de, kendisi bin Ali’nin yüzde 94,5 elde ettiği son “seçim” komedisini eleştirirken “ulusalcı” cihete sözcü, hatta teorisyen addedilen Mümtaz Soysal’ın Tunus’taki diktayı nasıl savunduğunu anlatıyordu.
Örneğin Soysal’ın yukarıdaki oylamayı “aslında tek parti ve tek liderle yönetilen, Burgiba’dan beri Müslüman bir toplumu az çok Kemalist denebilecek yöntemlerle çağdaşlaştırmaya çalışan, bir yandan da Atatürk’ün iki deneyine benzer biçimde ‘ülkede muhalefet de bulunsun’ isteyen bir rejimin seçimi” şeklinde yorumladığını anımsatıyordu.
Artı, anayasa profesörünün bizim de oradan “ders çıkartmamız”(!) gerektiğini vaaz ederken, “Bugün, kendindeki görüntülerden hayli endişe duyan bir Türkiye’nin Tunus’unki gibi bir denemeye daha fazla anlayış ve sempatiyle bakması gerekmez mi? Hele, özellikle, kendisi de benzer dönemlerden geçmiş ise” diye yazdığını hatırlatıyordu.
Şimdi burada ben de başka bir hatırlatma yapacağım:
19 Ağustos 1991 Rusya’sında “palyaço generaller” darbesi gerçekleşince sevinçten uçan aynı Soysal dereyi görmeden paçaları sıvamıştı. Askerlerin iktidarı ele geçirdiğini sandı.
Pür neşe, 20 Ağustos sabahı “Milliyet”teki sütununa “Rüyanın Sonu” başlığını attı.
“Rüya”yla kastettiği şeyi ise Gorbaçov’un demokratikleşme atılımları oluşturuyordu.
Aynen alıntılıyorum, darbeyi “elbet böyle bir tepki gelecekti” diye sahiplendi.
21 Ağustos’tan sonrasını ise biliyoruz. Moskova ahalisi darbecileri tükürükle boğdu.
Yani “Rüyanın Sonu”nu öngörmüş olanlar bizzat “kâbus başlangıcı”na garkoldular.
İMDİİ, Tunus’ta halkın yıktığı bir diktatörlüğe “sempatiyle” bakmamızı istemişsin.
Rusya’da ise tükürükle boğulmuş bir darbeye “rüyanın sonu” diye ümit bağlamışsın.
Ve tüm bunları da “Kemalizm”, “ulusalcılık” veya “Atatürkçülük” adına yapmışsın
Fakat her defasında hüsrana uğramışsın ve her defasında hayatın gerçeğine çarpmışsın.
Bu takdirde ne denilebilir ve yukarıdaki hazin trajedi nasıl bir formülle özetlenebilir?
BU takdirde aynı Soysal’ın aynı 1991 makalesine başladığı “kaç yıldır dünyanın çok büyük bir bölümü gerçek sanılan bir rüya yaşıyordu” cümlesi söyle değiştirilebilir.
“Kaç yıldır ‘Türkiye’nin çok küçük’ bir bölümü gerçek sanılan bir rüya yaşıyor”.
Peki de hissetmiyor musunuz, Tunus’ta ve her yerde hayat “uyanın” diye dürtülüyor!
Paylaş