Altı üstü bir dakika bile sürmeyen bir füniküler yolculuğu olsa da, metropoliten kültür edinme sürecimde Karaköy’den Tünel’e hep çıktım.
Çıkmadan önce de, sanki arada bir durak varmışçasına, kimseler duymasa dahi kendi kendime ve dünyayı fethetmek azmiyle, hançeremi yırtarak "sonraki istasyon Tünel" diye haykırdım.
Malum, Peyami Sefa o harikuláde "Fatih-Harbiye" romanında eski raylı hattan yola çıkarak "geleneksel İstanbul-Frenk İstanbul" temasını işler.
Oysa ben bunu tramvay veya otobüsten ziyade Karaköy-Tünel hattında yaşadım.
Kabul, meydandaki neo-Osmanlı binalar, Bankalar Caddesi’ndeki levanten perspektif, yahut Kamondo merdivenlerindeki art-deko üslupla Galata tabii ki Karaköy’de başlar.
Ancak yine de, burada hálá Haliç’in Müslüman ciheti hüküm sürer.
Sarayı ve minareleriyle karşı yaka henüz çok yakındır. Ezan bu tarafta da işitilir.
Yeni Cami güvercinleri iki kanat darbesinde hırdavatçılar rıhtımına konarlar ve kerhaneye gitmek için köprüyü yürüyerek geçenler taşra doyumsuzluğunu taşırlar.
Fakat buna karşılık, Metro Han’dan içeri girip daha gişeye yürümeye başladığınız andan itibaren, "ö-te-ki" yana gideceğinizin bilincine varırsınız.
Burada, "Fatih-Harbiye" güzergáhındaki gibi tedrici ve kısmi bir geçiş yoktur.
Mekán, manzara, hal ve oluş tarzı tramvayın "ehlileştirici" yavaşlığında değişmez.
Çok değil, kırk-elli saniye sonra ve de üstelik hiçbir görünür referans yaşamadan "yu-ka-rı"da olacaksınız.
Tek dönüşüm sinyalini belki belki, alçak sesle bir azınlık lisanı konuşan tezgáhtar matmazeller veya ekose üniformalarıyla okullarına giden ecnebi kolej öğrencileri oluşturur.
Her halükárda biliyorsunuzdur ki, o "yu-ka-rı"ya vardığınız salisede durak motifleri gibi onun kokuları da değişecektir.
Tam orada "burası" bitecektir ve tam orada "orası" başlayacaktır.
Çıkışta sağa döneceksiniz ve sinema ekranının içine gireceksiniz.
O halde şimdi Karaköy’de hançerenizi yırtarak haykırın: "Sonraki istasyon Tünel!"
YUKARI ÇIKIŞ
Kasten sinema dedim, çünkü aslındabunları düşündüğümde, daha sonra beni sonsuz etkileyecek "Sonraki İstasyon Greenwich Village" adlı filmi görmemiştim.
Zaten de çevrilmemişti.
Paul Mazursky’nin, aktör olmak için yanıp tutuşan genç kahramanı Larry Lapinsky’ye New York metrosunda, yukarıdaki fetih sloganını bağırttığı yapıtı gerçekleştirmesine en az on sene daha vardı.
Evet evet, ellili yıllardaki o Lapinsky ki dünyayı fethetmek azmindedir.
Ve dolayısıyla da, "kainátın başkenti"nde sanat ve bohem merkezi oluşturan mahalleye yeraltı rayları aracılığıyla giderken, "yu-ka-rı"ya çıkışın bu meydan okuma şiarını haykırır.
Tabii burada, "yukarıya çıkmak" deyimini mecázi olarak kullanıyorum.
Çünkü New York haritasında Greenwich Village semti ne Karaköy’e oranla Tünel gibi rakım olarak yüksektedir, ne de coğrafi bir kuzeyi gösterir.
Tam tersine, nehirlerin hizasındadır. Şehrin de bayağı bayağı güneyinde yer alır.
Ama yine de, söz konusu mahalleye daima "çı-kı-lır." Asla inilmez.
Zaten, sırf "káinatın başkenti"nde değil dünyanın diğer pek çok metrosunda da, tıpkı buradaki Tünel ve tıpkı oradaki Greenwich Village gibi, yönler ve yükseklikler ne olursa olsun, hiç inilmeyen ve hep "çıkılan" istasyonlar vardır.
Káh durağın bulunduğu mahallenin şıkıdımlığından, káh da semtin başka tür bir ayrıcalığından dolayı, vagondan indikten sonra oraların kaldırım sathına çıkmak, sırf yürüyen merdivenlere adım atmak anlamına gelmez.
Aynı zamanda ve bilhassa, "háyal statüleri"ne çıkarsınız.
Rumeli Caddesi’nden sapıp Nişantaşı’na yürüyeceğiniz takdirde yakamozlarla pırıldayacağınızı bildiğiniz içindir ki, istasyon olarak Osmanbey’e "çı-kar-sı-nız."
Buna karşılık, Aksaray’dan bindiğinizde Zeytinburnu’nda inersiniz.
604 METRELİK YOLCULUK
Neyse, dediğim gibi, altı üstü bir dakika bile sürmeyen bir füniküler yolculuğu olsa da, "metropoliten kültür" edinmek sürecimde ben Karaköy’den Tünel’e hep çıktım.
Çıkmadan önce de, sanki arada bir durak varmışçasına, kimseler duymasa dahi kendi kendime ve dünyayı fethetmek azmiyle, hançeremi yırtarak "sonraki istasyon Tünel" diye haykırdım.
Ve bir, on, yüz, bin indim ki, dünyayı hiç mi hiç fethedemesem dahi, şükürler olsun, söz konusu "metropoliten kültürü" fethedebilmişim.
Kelime anlamlarında "metro"dan büyük ve "polis"ten şehir derken, topu topu altı yüz dört metre uzunluğundaki raylar beni "büyükşehir kültürü"; yani aslında "evrensellik kültürü" menziline ulaştırmış.
O halde tekrar haykırıyorum ve bunun asla nihayeti olmadığı için de hiç durmadan haykıracağım: