YOK yok, yukarıdaki başlığa bakarak Prusyalı general Carl von Clausewitz'e özenip cengaverlik teorileri hakkında malumatfuruşluk taslamaya çalışacağımı sanmayın.
Ben kim, askerlik sanatı kim? Kışlada birkaç talim mermisi yakmanın dışında elimi ne piştova, ne de karabinaya değdirmişliğim vardır.
Obje olarak silahtan hoşlansam bile, şeytan doldurur, merete parmağımı dokundurmam.
Dolayısıyla, yazıya ‘‘Savaşa Dair’’ serlevhasını atmam bu konuda stratejistliğe soyunmak istememden değil, şu Irak tatavası nedeniyle yumurtanın giderek kapıya dayanmasından kaynaklanıyor.
Ben de biraz gerilere gideceğim.
*
NE mutlu ki, münferit olaylar hariç, yarım yüzyılı hafif hafif aşmakta olan benim kuşağım, hatta bizden öncekiler, gerçek anlamda bir savaş yaşamadık. Tabii, Cumhuriyet dönemi çocuklarını kastediyorum.
Oysa, Çanakkale savunmasındaki torpidoda bahriye zabiti bir Büyükbabadan, Galiçya cephesinde Çar ordusuna esir düşüp Sibirya'ya sürülmüş diğer bir Büyükbabaya, çocukluğumdan itibaren, Wilhelm bıyık Enver'in İmparatorluğumuzu bozuk para gibi harcadığı ‘‘Harb-i Umumi’’ hatıralarıyla büyüdüm.
Kıtlık, açlık, İspanyol gribi, muhacirlik anıları bir yana, annemin de Süleymaniye'deki konakta ve tam İngilizlerin İstanbul'u işgal ettiği gün, bitişikteki karakola mitralyöz ateşi yağarken doğması da işin cabası.
Fakat itiraf etmek gerekir ki, bana bayağı masalımtırak gelen bütün bu hatırat çok hoşuma giderdi.
Savaşın korkunç ölümcüllüğünü hiç mi hiç aklıma getirmezdim desem yeridir.
Üstelik, İnönü'nün büyüklüğü sayesinde ülkemiz arbedeye katılmamış olsa dahi, 2. Savaş atmosferini bizzat yaşamış babamın hikaye ettiği ‘‘karartma geceleri’’; Üsküdar Meydanı'ndaki fırında uzayan ekmek kuyrukları; Hitler bozguna uğradığında Almanya mültecisi Yahudi arkadaşlarıyla Tünel birahanesinde yaptığı kutlamalar ve Erich MariaRemarque'den İlyaEhrenburg'a aynı savaşa ilişkin olarak devirdiğim kitaplar, o kıyamet dehşetini romantik, daha doğrusu ‘‘romanesk’’ biçimde algılamamı pekiştirdi.
Kaldı ki unutmayın, evet kanı ve ölümü fiilen yaşamadık ama, hep de onunla birlikte olduk.
*
ÖYLE, çünkü doğumum dahi Kore Savaşı başlangıcına denk düşer. Okumayı sökmem de ‘‘Çocuk Haftası’’ dergisinde tefrika edilen ve bu savaşa katılmış Türk birliğini anlatan resimli romana uzanır.
Ve Türk dedik ya, ilkokulda haykırarak ve ağlayarak okuduğumuz Mehmet Akif manzumesinden, cep harçlığından biriktirerek ve ne yapıp yapıp aldığımız Kemalettin Tuğcu romanına, zaten hepimiz savaş kahramanlıklarını yücelten bir ortamda yetiştirilmedik mi?
Nitekim, bacak kadar veletken ‘‘ya Kıbrıs, ya ölüm’’ diye bağırmam, biraz büyüyünce de aynı Kıbrıs için ‘‘bombala Tansel, bombala’’ temposunu tutmam, herhalde o ortamdan soyutlanarak açıklanamaz.
Üstelik, dediğim gibi, radyoda ve gazetede savaş hiç eksik olmadı.
Ajans saati beş lambalı ‘‘Edison’’dan dökülmeye başladığında ya Keşmir için bilmem kaçıncı defa birbirine girmiş Hindistan ve Pakistan'ın ‘‘zafer’’ (!) bültenleri ya da ABD Belçika sabotajıyla Kongo'da uçağı düşürülen BM Genel Sekreteri Dag Hammerskjöld'ün ölüm haberleri akardı.
Küba krizi sırasında insanlık gerçekten bir dünya savaşının arifesine geldiğinde de, belki okul tarihinde ilk defa, Saint Joseph Lisesi'nin teneffüs avlusundaki hoparlörler o ajans saatlerini direkt vermekteydi.
Gazete manşetlerinde ise altı günde Süveyş Kanalı'na ulaşan İsrail tankları vardı.
Zaten sonra da Vietnam Savaşı geldi.
*
BEN, kısa pantalonu çıkartıp blucin giymeye henüz yeni başlamış olmama rağmen Gümuşsuyu'ndan Dolmabahçe'ye ve hançere yırtarcasına, ‘‘İki, üç, dört, daha fazla Vietnam / Ernesto'ya bin selam / Ho, ho, ho, Ho Şi Minh’’ diye bağırarak koşmuş olanlardan birisiyim.
Barış falan istemiyorduk. Yalan. O gün de yalandı, bugün bunu söylemek ise tam kuyruklu yalan olur.
Zaten ‘‘iki, üç, dört, daha fazla Vietnam’’ sloganından besbelli, kıçımıza kına yakalım, biz aslında daha çok savaş ve daha çok ‘‘kızıl zafer’’ (!) istiyorduk. Barış işin enayi kandırmacasıydı.
Sonra takke düşüp kimin enayi olduğu anlaşıldı ama, heyhat iş işten geçmişti.
Ve, Allah'a bin şükür nihayet ‘‘döneklik’’ mertebesine eriştikten sonra, şapkamı önüme koyup ve von Clausewitz'in başyapıtından yararlanmak da dahil, savaş ve barış hakkında enikonu düşünmeye başladım.
Düşün taşın da, boktur işin!
*
ÖYLE, çünkü tamam eline silah değmemiş ve insan hayatını en kutsal şey addeden bir hümanizmayı iman bellemiş birisi olarak tabii ki her türlü şiddetten nefret ediyorum ama, iş o kadar basite indirgenemiyor.
Savaşa manen ve ruhen karşı olmam, bu karşıtlığımı maddeten ve fiilen hayata geçiremiyor.
Bugün, dün Vietnam için yalancıktan bağırdığımdan bin defa, milyon defa daha dürüst bir barış yandaşı olmama rağmen artık çok iyi biliyorum ki, boş bir pasifizm ve ‘‘sulhperestlik’’ fayda getirmiyor.
Hatta, çoğu defa ‘‘güvercinlik’’ aslında ‘‘kuşluğa’’, açıkçası ahmaklığa tekabül ediyor.
Bir pazar yazısında konunun siyasi boyutuna girmeyeceğim ama, işte Irak meselesinde de böyle!
Dolayısıyla, şimdi sadece hepimize ‘‘barışlı günler’’ temennisiyle yetiniyorum.