Paylaş
11 Şubat 1989'un meşum Cumartesi günü hava karlıydı ve biz öğle namazını müteakip Babamı Karacaahmet kabristanına defnediyorduk. Hocaefendi son duayı okudu ve naaş kardeşimin kucağında mezara konuyordu ki, aniden, kalabalık cemaatin en ön safından emsalsiz bir ses yükseldi:
‘Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış; / Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle. / Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış. / Eski Şiraz'ın hayal ettiren ahengiyle.'
Zaman durdu ve huşu ses beyazlaşmış servilerin yankısında devam etti:
‘Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde; / Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. / Ve serin serviler altında kalan kabrinde. / Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.’
Salim Amca babamı uğurladı.
Bir ‘rind’ olan büyük insan, başka bir ‘rind’ olan yoldaşını ‘her seher bir gülün açacağı ve her gece bir bülbülün öteceği’ çukura böyle teslim etti.
Kardeşim ve ben Salim Amca'nın ellerini doyasıya öptük, O'nu Eyyüppaşa Sokağı'ndaki eve bıraktık ve acımızı bardaktaki sıvıda boğmaya gittik.
* * *
BEN, cuma günü doksan iki yaşında vefat eden ve Doğan Hızlan'ın deyimiyle edebiyatımızın büyük harfli ‘E’si olan Salim Rıza Kırkpınar'ın elinde büyüdüm.
Çünkü Salim Amca bizim ev sahibimizdi. Lafın gelişi ‘ev sahibi’ diyorum, zira Kırkpınar'larla Uluengin'ler arasındaki ilişkinin mülkiyetle hiç bir bağı yoktu. Biz, biri üst katta diğeri alt katta ikamet eden tek bir aileydik.
İçiçe yaşardık. Dünyevi acıları, manevi sevinçleri ve zihni uğraşları paylaşırdık. Nuriye Teyze'nin nefaset rulo köftesini de iki lokmada yutardık.
Baharın ilk cumartesileriyle babam verandayı mı açtı, Salim Amca balkondan ‘Erenler, çilingir sofrana fakir için de kadeh ekle’ diye seslenir ve hemen bize inerdi. Bahçe bir Hayyam rubaisi ya da bir Fikret şiiriyle yıkanırdı.
Bu sofraya bazen Ankara misafiri Enver Ziya Karal veya Eyyüppaşa Sokağı'na uğramadan edemeyen edebiyatın ve ‘intelligentsia’nın diğer adları da otururdu.
Hep beraber kalkan yemeye gideceğimiz Todori'nin ve Koço'nun anason kokulu masaları ise Yahya Kemal'den bir fıkra, Münir Nurettin'den bir nükte, Ahmet Muhip Dranas'tan bir anı anlatacak Salim Rıza Kırkpınar'ı dört gözle beklerdi.
Ve ben; ‘Kuvay-ı Milliye Destanı’ henüz Kadıköy İskelesi'nde yarı gizli satışa çıkmadan önce Salim Amca'nın o büyülü sesinden ‘İniyor kayıyor, çıkıyor kayık’ı duyduğu için babamın kütüphanesindeki ‘yasak raflardan’ otuzlu yıllar baskısı Nazım Hikmet kitaplarını aşırmaya başlamış olan ben; yukarıda bir ‘rind’ aşağıda bir ‘rind’, formasyonumu böylesine talihli bir ortamda edindim.
‘Çıraklık yıllarıma’ Salim Rıza Kırkpınar gibi ‘hocaların hocası’ bir dev ustanın rahle-i tedrisinden sabah-akşam geçerek girmek şansına malik oldum.
Bugün en borçlu olduğum iki insandan birisi babam, diğeri de Salim Amcam!
* * *
SALİM Rıza Kırkpınar, Doğan Hızlan'ın tanımıyla bir ‘edebiyat misyoneri’ydi ve belki de ‘kendi gökkubemiz altında’ kalan son şeylerin son temsilcisiydi.
O, engin bilgisi, alevli merakı, insancıl felsefesi ve anılar dağarcığıyla kalburüstü bir edebiyat hocası değil, en büyük harfle ‘Edebiyatın Hocası’ydı.
Şimdi, Nuriye Teyze'nin, Meral ve Yıldız ablaların, Ersin ve Ömer ağabeylerin ve bütün Türk edebiyatının başı sağ olsun.
Ben, yine Hızlan'ın saptadığı gibi, ‘O’nun öğrencisiydim demenin onur ve mutluluğunu ömür boyu yaşayacak' insanlardan birisi olmakla övünüyorum.
Salim Amcamı da babamı yolcu ettiği Yahya Kemal mısralarıyla uğurluyorum:
‘Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde; / Gönlü her yerde buhurdan gibi tüter. / Ve serin serviler altında kalan kabrinde / Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.’
Paylaş