Yazanla yazılan arasındaki bedeni ve ruhi bağı sağlayan bu hayati ‘‘araçlar’’a ilişkin soru, her halde klavyeli aparatın yaygınlaşmasından beri durmaksızın sorulup durdu.
Zaten, James Joyce'den Cemil Meriç'e ve Witold Gombrowitz'den Nurullah Ataç'a, şöyle veya böyle konuya değinen ‘‘edebiyat’’ haniyse kütüphaneleri doldurur.
Ahmet Selim de ‘‘Zaman’’da yayınladığı ve ‘‘hiçbir şey kaleme rakip olamaz’’ gibi harikulade bir cümleylebaşlayan makalesinde, sorunun cevabını kendi hesabına veriyordu.
Ne mutlu ona! Kıskandım desem, yeridir. Çünkü ben öyle değilim
Hanidir ve hanidir, bırakın kalemi, daktiloyla dahi iki satır karalayamıyorum.
İlla ve illa, bilgisayar ekranının önümde açılmış olması gerekiyor.
Oysa, kalemin mürekkebini kağıdın bekareti üzerine şehvetle akıtabiliyor olmayı ne çok kadar arzulardım.
Şimdi, vakitsiz iktidarsızlaşmış bir erkek gibiyim ve daima ‘‘Viagra’’ya ihtiyacım var.
*
KALEMLE aramın neden iyi olmadığını psikanalitikyönden açıklamam gerekecek.
İlkokul ertesi metazori Frenk kolejine gittiğimde, sıraya kıçımı koyar koymaz mecburi kılınan en önemli şeylerden birisi de ‘‘kaligrafi’’ denilen güzel hatla yazmak becerisiydi.
Dolmakalem bile yasaktı. Hokkalara batırdığımız tüykalemi kullanmak zorundaydık.
Mürekkep deftere akar, sayfaya leke yapar, papaz efendi de müsveddeyi surata atar.
Çok racon var... Harfler illa sağa doğru yatık olacak; parmak yukarı çıkarken basık, aşağı inerken hafif kullanılacak; ‘‘h’’ların, ‘‘l’’lerin,‘‘c’’lerin kuyrukları asla unutulmayacak.
Sanki cumhurbaşkanlığı şeref defterine yaldızlı liste kaydediyoruz...
*
HER zaman olduğu gibi, ben tersini yaptım.
‘‘Domuz pisiyle yazılmış, temize çek’’ diye geri yollanan ev ödevlerinin veya ‘‘okunmuyor, sıfır’’ ibaresiyle iade edilen sınav kağıtlarının hesabını hatırlamıyorum.
Bir de, daima sağa meylettireceksiniz mi denmişti, ben tabii ki sola yatırıyorum.
Küçük harfte ‘‘m’’lerin ve ‘‘n’’lerin özel ayrıcalığı mı öğretilmişti, benim yaptıklarımı ‘‘u’’lardan ayırmaya imkan ve ihtimal yok...
Artık öyle bir an geldi ki, haniyse kendi el yazımı kendim bile sökemez oldum.
Kısacası, obje olarak küçük bir koleksiyon edinecek ölçüde sonsuz sevmeme rağmen, kalem benden, ben de kalemden nefret ede ede ilk daktilo klavyesine oturdum.
Dünya varmış. Tıkır da mıkır, ilişkim pek dostane başladı. Anlaşıldı, böyle de sürecek.
Okunaklı okunaksız derdi yok, bundan böyle ne yapıp yapıp daktilo kullanacağım.
Antrparantez şunu da ekleyeyim, vura kıra canına okuduğum pederimin aparatını hariç tutarsak, ben gerçekten daktilo tape etmesini, teksir makinasında çoğaltacağım siyasi bildirileri mumlu kağıda yazarken ve ‘‘cinnet kitapları’’nı Türkçeye çevirirken öğrendim.
Eh, tabii ki‘‘sol’’ (!)...
Bunun, kaligrafik yazının mutlaka sağa eğilmesi zorunluğuyla bir ilişkisi olup olmadığı da ayrı bir konu ama, burada psikanalizimi daha derinleştirmek istemiyorum.
*
NEYSE, Rahşan Ecevit'in kocasının kullandığı marka veya hurdacıdan kelepir fiyata düşürülmüş elektrikli makina, boy boy daktilolarım oldu. Artık onlarsız düşünemiyorum...
Üstelik de gazeteci mesleğine soyunduk ya, tangır tungur telekste haber yetiştirmek ve uçak koltuğunda portatif aparatla arzuhalci gibi çalışmak ‘‘ahval-i adiye’’ye dönüştü.
Eh ben, daktilo kullanmasına rağmen masasının üzerine çok sivri yontulmuş sayısız kurşun kalem sıralanmadıkça tek satır yazamayan Georges Simenon gibi fetişist değilim, dolayısıyla cicili bicili dolmakalemlerim mostralık niyetine ve ‘‘kalbe kuvvet’’ duruyor.
Daha önce de söylemiştim, nasıl ki fotoğraf ustası Henri Cartier - Bresson ‘‘Leica’’ makina objektifini ‘‘gözünün uzantısı’’ olarak tanımlar, markası pek önemli değil ama, işte artık benim için de daktilonun klavyesi beynimin uzantısına dönüştü.
Ayrıca, şimdi en sevdiğim şiirlerden birisini, Blaise Cendrars'ın‘‘Güney Defterleri’’inde‘‘Diyorsun ki, bana hep daktiloyla yazma. / Çok değil, bir kaç satırcığı elle ekle. / Biliyorum, biliyorum, biliyorum. / Oysa, şu Remington'uma bak! / Nasıl da tıkırdıyor... / Kağıtta öyle beyazlar var ki, / Yalnız ben vurabilirim. / Ama yine de, işte gönlün olsun diye / Elle bir kaç satır ekliyorum. / Sonra, kocaman bir mürekkep lekesi yapıyorum. / Okuyamayasın diye...’’ diyen dizeleri oluşturuyor.
*
SONRA, işte bu da bitti!
Eğer Köroğlu'nun kılıncını kaleme, tüfengini de daktiloya benzetir ve ‘‘daktilo çıktı mertlik gitti’’ dersek, o zaman bilgisayar için hangi metaforu kullanmamız gerekecek?
En başta az biraz zorlandıysam da, ben bu meretin başına bir oturdum, pir oturdum!
Kaldırabilene aşkolsun...
Kalktığım takdirde, önüme isterseniz hamuru lüküs kalite Bristol kağıdını tomarla; ucu altın işlemeli ‘‘Mont Blanc’’ kalemini düzineyle; veya, daha düne kadar ‘‘kurtarıcım’’ olmuş olan elektriği alengirli daktiloyu ambalajla koyun, ı-ıh!
Bendeniz ıkına sıkına dahi def-i hacet eyleyemeyen bir kabız olarak, o kağıda, o kaleme ve o daktiloya aval aval bakmanın ötesine geçemem.
Karşımda yatay ekran üzerine düşen ışıklı harfler kıpırdamıyor ve kaydettiğim on kelimeden yedisini anında değiştirmeme imkan tanıyan ruhsuz ama kolay makina durmuyorsa, ben bu ‘‘y-a-z-m-a-k’’ denilen zorun altından kalkamam.
Her yiğidin bir yoğurt yiyişi var ve heyhat, benimkisi de işte böyle. Fakat yazımı, makalesine ‘‘hiçbir şey kaleme rakip olamaz’’ türü harikulade bir cümleyle başlamış Ahmet Selim gibi, aynı makalenin nihayetindeki, ‘‘cıcığını çıkartacağım o bilgisayarın! Bakalım internet yüklemeleri onu kalemli savletlerimden kurtarabilecek mi?’’ meydan okumasıyla bitirebilmeyi öylesine çok isterdim ki...