Paylaş
Bunu hafta içinde yaşadığımız son zaptî–adlî vukuatlardan yola çıkarak söylüyorum.
Yani eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasını; CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na soruşturma açılmasını ve KCK’da yeni tevkifat gerçekleştirilmesini kastediyorum.
* * *
OYSA bir; geleneksel kışla vesayeti söyleminden arınamadığı için görevdeyken çok eleştirdiğim ama legalist, yani rejime saygılı bir general olduğunu daima vurguladığım İlker Başbuğ’u darbecilikle itham etmek ne nesnel gerçeklerle, ne de gözlemlerle bağdaşıyor.
Hele hele söz konusu adlî işlemin “kanunların kanunu” durumundaki Anayasa’yla açıkça çelişen başka bir madde eksenine oturtulması hukuk devleti kavramını altüst ediliyor.
Sonra iki; konuşma ve eleştirilerinden dolayı CHP önderinin “takibata uğraması”(!) zaten hem o hukuk devleti, hem de çoğulcu demokrasi ruhuyla asla ve asla bağdaşmıyor.
Ve nihayet üç; KCK gözaltıları Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu’nu dahi “terörist”(!) addeden bir zihniyetle Kürt sorununda barışçı çözüme gidilemeyeceğini ortaya koyuyor. Bütün bunlar da Silivri’den beri tanık olduğumuz gayrı vicdaniliğe tuz biber ekiyor. Hayır, gayrı vicdani derken tabii ki “Ergenekon” ve “Balyoz”un komplo, zanlıların da sütten çıkmış ak kaşık olduğunu değil, tutuklamalardaki keyfiliğin ve uzunluğun evrensel açıdan aslında hukukla; insani açıdan ise vicdanla haydi haydi çeliştiğini kastediyorum.
* * *
YUKARIDAKİ tablo mutlaka “otoriter” uygulama yaşadığımız anlamına gelmiyor.
Fakat bu tehlikeli gelişmeler yine de, söz konusu sıfatın bir nebze daha hafif türevini oluşturan “otoritarist” bir güzergâha doğru yöneldiğimiz iddialarına haklılık kazandırıyor.
Peki de sorumlu aslında ülkenin demokratikleşmesi ve sivilleşmesi açısından devasa işler başarmış olan AKP hükümetleri ve onun önderi durumundaki Erdoğan mıdır?
“Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu” misali şu “hayra alâmet olmayan gidişat” pozitife bir zıt negatifin ve zarfa kapalı bir mazrufun tezahürü müdür?
* * *
CİDDİ ölçüde evet, çünkü gerek iktidar partisinin ezici çoğunluğa sahip olması, gerek karizmatik şahsiyetli başbakanın fevri bir duygusallık yansıtması, genelde her hükümran kurum ve liderin bilinçaltında yatan “otoriteryen” rotaya doğru kayışta önemli yer tutuyor.
Üstelik aynı bilinçaltı çok muhtemelen bir de, mazide kendilerini gerçekten mağdur kılmış şahıs ve organizmaların “burnunu sürtmek” dürtüsünü içeriyor.
Ama kısmen de hayır, zira iktidarı bile rahatsız eden başka bir olgu daha saptıyoruz.
* * *
BU, Ali Bayramoğlu’nun formüle ettiği deyimle “adlî otonomlaşma” durumudur.
Yani, kuvvetler ayrılığı ilkesi uyarınca zaten bağımsız olan yargı mekanizmasındaki belirli bir kesimin Türk adalet sisteminde mevcut çelişki ve boşluklardan yararlanarak, söz konusu bağımsızlığı tabir yerindeyse “nalıncı keseriyle” kendisine göre yontmasıdır.
Zira artık ayan beyan anlaşılmaktadır ki, daha önce eski statükonun zapturaptında olan yorum tekeli şimdi yeni fakat yine fazla demokratik olmayacak bir statüko hedefleyen; üstelik de yine aynı “burun sürtmek” içgüdüsünü barındıran bir bölüm yargıcın eline geçmiştir.
Oysa yukarıdaki vahim olgu hükümetin hayati sorumluluğunu asla ortadan kaldırmaz!
Çünkü zaten demokratik, sivil ve katılımcı bir anayasa vaat etmiş olan AKP her “yasa”nın üreticisi olan “yasama”nın çoğunluğunu oluşturmaktadır.
Dolayısıyla da en önce o yasaların o yorumunda suiistimale yol açan “yumuşak karnı” ameliyat masasına yatırmalıdır ki, “hayra alâmet olmayan gidişat” son bulsun.
Ve, söz konusu gidişatı hayra alâmet rotaya çevirmek için vakit henüz geçmemiştir!
Paylaş