YAKIN dönemde yaşadığı ve sarsıntısını hala üzerinden atamadığı bu çok güzel, çok duyarlı, hatta çok romantik; ancak güzelliğine, duyarlılığına ve romantikasına rağmen bilişim teknolojisinin kalleşliğine kurban giden aşağıdaki modern zamanlar aşkını bana, hemen hiçbir mahremi saklamadan, arkadaşım Fatin anlattı.
Hikaye tarzına sokarak ben de size aktaracağım.
*
GEÇEN yılın 26 Ağustos Pazar günü, hava pırıl pırıl güneşliydi.
Fatin, içtiği su ayrı gitmeyen en yakın arkadaşı Dikran'ın artık uyandığına, uyanmadıysa bile uyanması gerektiğine karar vererek, ‘‘tembelzade, cumartesi mumunu nerede söndürdün? Hadi kalk bakalım da kahveye gidelim’’ diye telefon etti.
Tatil günü ekabirliğinden ve yakında bitecek mevsim sıcağından yararlanmak için de, kaldırımda teras kuran kahvemtırak bir mekanda buluşmayı önerdi.
Dikran, adı üstünde, kendisini ağırdan satan nazlı Ermeni gelini gibi önce epey bir mızmızlandı, sonra da birazdan orada olacağını söyledi
Fatin ayağına pırtık bir bermuda şort geçirdi ve her zamanki gibi, bin bir çeşit gazetesini almaya gitti. Ardından da salına salına randevu mahalline yürüdü.
Kendisini bekleyen Dikran'la enseye tokat selamlaştıktan sonra da, ortalıkta bir türlü gözükmeyen garsonu bağrış çağrış yakalayıp, kahvelerini ısmarladılar.
Ama fincanların geleceği yok. Alık garson ya tezgahta laklaka dalıyor, ya da pazar gününden dolayı çok kalabalık olan terasın müşterileri arasında kayboluyor.
Neyse, burnundan soluyan Dikran'ın ‘‘başka yere gidelim’’ diye tutturduğu, Fatin'in ise ‘‘acelemiz yok ya’’ dediği sırada, Abdi beyin abdest suyu kahveler nihayet ulaştı.
Ve yine tam o sırada, bitişikte boşalan masaya, her halinden yabancı olduğu anlaşılan ve yaklaşık otuz yaşlarında gösteren genç bir kadın oturdu.
*
OTURDU ve o da çok uzun süre garsonu yakalamaya uğraşıp adama nihayet el koyabildiğinde, bariz bir Anglosakson aksanıyla çay istedi.
Fatin kıza baktı ve Dikran'a alçak sesle, ‘‘sence hangi milletten’’ diye sordu.
Çıkartamadılar. Hem yeşil gözlerine rağmen esmer ve kıvırcık saçlarıyla, hem de pek kuzeyli izlenimi yaratmayan hal ve oluş tarzıyla, sıradan bir Cermen’e, İskandinav’a, İngiliz’e, ne bileyim ben bir Amerikalı’ya, bir Avustralyalı’ya falan benzemiyordu.
Genç kadına ilişkin merakı kendisini için için yese de, terbiyeli Fatin yan tarafa fazla bakmadı. Dikran'la gazeteleri paylaşıp, havadislere göz atmaya başladılar.
Kızın çayı ise gelmedi.
*
SONUNDA geldiğinde Fatin de fırsatı kaçırmamak istemedi. Garsonun üzerine atladı ve sabırsızlandığı ikinci fincanı ısmarladı. Bilhassa da çabuk getirmesini tembihledi.
Bu sırada, durumun farkına varan kızın hafiften tebessüm ettiğini gördü.
O zaman hemen genç kadına dönerek kafa göz yaran İngilizcesi’yle, ‘‘servis evlere şenlik’’ kabilinden bir şey söyledi. Sonra da ‘‘Abdi beyin abdest suyu’’ deyimini kastederek, ‘‘üstelik kahve berbat. Eğer sizin Shakespeare dilinize vakıf olsaydım, Türkçe'de buna ne denildiğini belki tercüme edebilirdim’’ diye ekledi.
Genç kadın gülerek, ‘‘Ben Leydi Macbeth miyim? Shakespeare dilinin benim lisanım olduğunu da nereden çıkarttınız’’ karşılığını verdi.
Demiri tavında dövmek isteyen Fatin soluk almadan sordu, ‘‘peki ne?’’
Kız ‘‘Galce’’ dedi...
Fatin dehşet şaşırdı. Tamam, İngiltere'nin Galler bölgesinde, hatta İskoçya'da, İrlanda'da, bazı varyantlarla Fransa'nın Brötanya ve İspanya'nın Galiçya bölgelerinde Kelt kökenli bu arkaik dilin yaşatılmaya çalışıldığını biliyor ama, belki biraz İrlanda hariç, Galcenin hiçbir yerde resmiyet taşımadığını da biliyor.
Attım belki tutar kabilinden, ‘‘siz İrlandalı mısınız’’ sorusunu ekledi.
İsyankarlıklarını yatıştırabilmek için siyah ve kıvırcık saçlarını parmaklarının arasından geçirerek arkaya iten kadın tekrar gülerek, ‘‘doğrusu bravo, etno-lengüstik coğrafyadan 10 aldınız’’ diye cevapladı.
*
ŞAHSİYETİNİN ayrıntılarına girdiğimde ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız, geçmiş deneylerinden dolayı kadınlarla konuşmasını az çok bilen Fatin böyle bir cevaba karşılığın nasıl olması gerektiği konusunda anlık tereddüte düşmedi.
‘‘Ala, demek James Joyce'nin ülkesinden misafirimiz var... Ama İngilizce dahisi Joyce sizin 'Galce' dediğinizi duysaydı, her halde o asi saçlarınıza hiç aldırmaz ve sizi Liffey ırmağının sularında boğuverirdi. ‘Dublinliler'e de yeni kişilik eklerdi’’ dedi.
Kız, yüzünü buruşturarak içtiği kahvenin fincanıyla kala kaldı; Fatin’e baktı; masadaki gazete tomarına baktı; bir şeyler söylemek istermiş gibi oldu, ama sustu.
Yine de dayanamadı ve ‘‘modern edebiyattan da mı 10 istiyorsunuz’’ diye ekledi.
Fatin biraz kibirli, ‘‘klasikte Fionn efsanesine kadar uzanmak yok’’ dedi.
*
O sıra Dikran birden Fatin'e doğru ve Türkçe, ‘‘Ulan hem pazar kahvesine çağırırsın, hem de ilk hatuna rastlar rastlamaz Don Juan kompleksin depreşir. Hadi bana eyvallah. Değil İrlanda'ya, Patagonya'ya kadar yolun var’’ diye kızgınlık ifade etti.
Fatin, ‘‘otur oturduğun yerde, iki laf kelam buyurduk diye babalanma’’ karşılığını verip arkadaşına döndüyse de aklı fikri yanda kaldı.
İki üç dakika sonra kız masadaki Fransızca bir gazeteyi işaretleyerek ve bu defa Voltaire lisanını neredeyse aksansız telaffuz ederek, ‘‘göz atabilir miyim?’’ diye sordu.
Sonsuz şaşıran Fatin yine aynı lisandan bir ‘‘lütfen’’le gazeteyi uzattı.
Şimdi Dikran'a otur dediğine pişman, içinden, arkadaşının gitmesini arzuladı.
Bu modern zamanlar aşk hikayesine gelecek pazar devam edeceğim.