KENDİMLE övünmek gibi olmasın ama, bendeniz hem son derece derli toplu, hem de gayet mal kıymeti bilen birisiyimdir.
Muhtemelen önce yetiştirilme tarzımdan, sonra da müzmin bekar adetlerimden dolayı her şeyim yerli yerinde durur. Sistematik ve rasyonel bir düzene sahibimdir.
Şüphesiz, kıymet bilmemde de aynı yetiştirilme tarzının etkisi var...
Bir, ne de olsa ilkokul defterleri üçüncü hamur saman kağıdın ötesine geçememiş bir kuşağın aidiyetini taşıyorum. Yaprakları itinalı kullanmak zorunluluğu benliğime işlemiş...
İki, familyamda ‘‘ucuz alacak kadar zengin değilim’’ sözü dil pelesengi edilmiş olduğundan ben de hep aynı rotayı izledim. Az, fakat iyi kaliteden caymadım.
Bu da ister istemez ‘‘evladiyelik’’ nesnelerle donanmayı getiriyor.
Ve nihayet üç, fikren özel bir husumetim yoksa da, kendi hesabıma ‘‘tüketim toplumu’’yla hiç aram olmadı.
Cimrilikle asla ve asla en ufak alakamın bulunmamasına rağmen ahlaki anlamdaki bir ‘‘etik’’ duygu, müsrifliği bana ‘‘günah’’ kılar.
İşte, yukarıdaki iki ‘‘erdem’’im özet olarak bunlardan kaynaklanıyor.
*
EH, derli topluluktan ve mal kıymeti bilmekten söz edildi miydi, tabii genelde insanın aklına önce gardrop gelir. Bu konuda da benimkisinin örnek addedilebileceğini söylemeliyim.
Jilet çizgisinde ütülenmiş frenk gömleklerimin renk uyumuna göre istifinden başlayın ve oradan çizgileri ayarında asılmış kravatlarıma uğrayıp, her mevsim havalandırıldıktan sonra tekrar naftalinlediğim elbiselerime uzanın, giysi dolabım neredeyse kusursuzdur.
Aynı şeyi ayakkabılarım için de kaydetmeliyim.
Bir, dediğim gibi ucuz alacak kadar zengin olmadığım için mokasenlerim, iskarpinlerim hatta keslerim hep iyi seçildiğinden; iki, tabanvay taliminde usturuplu yürüyerek pabuçlarımı hemen hiç eskitmediğimden; ve üç, boyaya ve cilaya ek olarak bir de daima içlerine kalıp koyduğumdan, kunduralarım bayram sabahı ilk kez giyiliyormuş gibi yepyeni dururlar.
Sizin anlayacağınız, düzenlilik ve kıymet bilmek, durduğum yerde benim mal varlığımı çoğaltır.
*
TAMAM da, bu aynı zaman da sorun yaratıyor.
Çünkü, her ne kadar kendi modamı kendim belirleyen ve tüvid ceket - kadife pantolon ikilisinin ebediyetine güvenen birisi olsam dahi, yine de bir müddet sonra göz estetiğindeki dönüşüm pek bir kesinleşiyor. Yani, bazı şeyleri kullanmak artık imkansızlaşıyor.
Şimdi yetmişli yıllar başının zibidi yaka gömleklerini giymek mümkün mü?
Yahut, bu defa seksenli yıllar başının mikroskopik düğüm kravatları takılabilir mi?
İnsanı tefe koyarlar...
Hatta, o ceketin ve o pantalonun dahi biçim tarzları zamanla farklılaştığından, aynı şeyde ısrara çalışmak biraz eşek üstünde beygir semerine benzer kaçıyor.
Dolayısıyla, metazori, eskimemiş bir gardrop içeriğine rağmen yeni şeyler edinmek zorunluluğu doğuyor.
Kaldı ki, herkes gibi ben de insani zaaflar taşıyan birisiyim...
Züğürtlükten kıvransam ve belki gerçekte hiç ihtiyaç duymasam bile, şu vitrinin önünden geçerken rasladığım frapan bir kaşkola veya yumuşak bordo derisini beğendiğim bir mokasene dayanamayarak, zaten yamyassı cüzdana son kuruşuna kadar sulandığım oluyor.
Elbise ve ayakkabı dolabı, önemli bir kısmı artık hiç kullanılmayan edavatla dolup taşmaktadır ve çık çıkabilirsen işin içinden....
*
VE çok üzülerek bir şey söyleyeyim, heyhat, epeydir işin içinden çıkmaya başladım.
Çünkü, yaratıcılıklarında ne kadar dışavurumcu ve egzantrik olurlarsa olsunlar, son tahlilde modacıların da tahayyül dünyasında bir sınır var.
Bir müddet sonra tekrar eskiye dönüyorlar.
En azından, önemli ölçüde geçmişten esinleniyorlar.
Bir bakıyorsunuz, filanca dönemin omuz kupları veya falanca zamanın gömlek desenleri yeniden gündeme gelmiş. Mağaza tezgahları onlarla dolup taşıyor...
Fakat, bu devr-i alemi kısa yıllarla değil, uzun on yıllarla hesaplamak gerekiyor.
Örnek olarak söylüyorum, atmışlarda otuzlara ya da kırklara; ikibinlerde de yetmişlere veya seksenlere dönülmüş oluyor ki, bu, aradan bir yahut iki kuşağın geçmesi anlamına geliyor.
İşte ben de şimdi oradayım!
Hanidir, mal kıymeti bildiğimden hemen hiç eskimedikleri için elbise veya ayakkabı dolabımda yepyeni duran şeyleri çıkartarak şu kadar sene sonra tekrar giyiyorum ve kimsenin ne gözüne batıyor, ne de sıpa üzerinde katır semerini andırıyor.
Hatta, modayı fazlasıyla yakından takip ettiğim gibi bir izlenim.
Peki, bu, ne demek?
*
ŞU demek ki, şimdi varmış olduğum yaş geçmiş modaları şöyle böyle ve teorik biçimde hatırlamanın ötesinde, onları pratik şekilde yaşamış olduğumun göstergesidir.
Dehşet hazin!
Derlitopluluğum ve mal kıymeti bilmem de, gardroptan ve ayakkabı dolabından çıkarttığım her ‘‘eski’’yle, yukarıdaki gerçeğin şamarını suratımda patlatmaktadır.
Ve bugün kendime diyorum ki, onları saklamamış olsaydım belki bu şamarın acısını daha hafiften hissederdim...