Üstelik, kıpır kıpır tabelásında ‘Doğan Güneş Ülkesi’nin ismi yazıyor ya; üstelik, ilk transistörlü radyolar aynı ‘Şark devleti’nin alamet-i farikasını taşıyorı ya; ve daha üstelik, bahriye emeklisi büyükbabam Yokohama dönüşü batan ‘Ertuğrul’ fırkateynini anlatıyor ya, işte, kendimi bildim bileli Japonya’ya karşı sonsuz bir sempatiyle büyüdüm desem yeridir.
* * *
FAKAT tabii, ben farkına varmasam dahi bilinçaltımı şu temel nokta belirliyordu:
Çocuğum mocuğum ama yine de o ‘Şark’a mensup olduğumu anlamaktayım.
Dolayısıyla, ‘Garp’a meydan okuduğunu ve ‘muaassır medeniyet’e ulaştığını el yordamıyla saptadığım ‘Sarı Diyar’ı kendim için de bir iftihar vesilesi addediyorum.
Diyelim ki, burada ‘hakkaniyet’, hattá belki ‘öç’ içgüdüsü devreye girmektedir.
Yani Japonya, kollektif hafızada edindiğim ‘kompleks’ime ‘ilaç gibi gelmektedir’.
Tıpkı, 19. Yüzyıl nihayetlerinden itibaren Osmanlı Türk ecdádıma geldiği gibi.
Tıpkı, yine o dönemden itibaren diğer ‘ mazlum Şark halkları’na da geldiği gibi.
Hepimiz ne güzel tongaya basmışız ya!
* * *
YUKARIDAKİ girizgáhı, Hiroşima ve Nagazaki’nin yaşadığı ve 6 ve 9 Ağustos tarihlerinde 60. yıldönümlerini idrak edeceğimiz ‘atom vukuatları’dan dolayı yapmadım.
Buna günü geldiğinde değineceğim ve ‘çekirdek bomba’ kullanımının hem askerlik, hem de insanlık tarihi açısından neden haklı ve zorunlu olduğunu o zaman vurgulayacağım.
Ben burada, şu sıra Çin ve Kore’yi ‘çıldırtan’ aymaz Japon milliyetçiliğinden yola çıkarak, ‘Doğan Güneş Ülkesi’nin nasıl bizleri aldattığı üzerinde durmak istiyorum.
Çünkü, o 60. yıldönümünden dolayı Tokyo zeytinyağ gibi üste çıkmaya çalışıyor.
Okullarda okuttuğu tarih kitapları dahil, kendisini ‘mazlum’ göstermeye yelteniyor.
Düşünün ki, daha ilk palazlandığı an Kore’ye saldırmış; korkunç katliamlar bir yana, kadınları ‘askeri kerhaneler’e ‘mecburi hizmet’le (!) göndermiş; provokasyonla işgal ettiği Çin’de hayal edilemeyecek kıyamlar, işkenceler, kırımlar düzenlemiş ve de cabası.
Ama, eh işte tepesinde bomba patladı ya, meğersem Japonya ‘masum’muş!
* * *
YAĞMA yok, takımadalar devleti ne ‘mazlum’, ne de ‘masum’dur!
Fakat doğru, Çin’le birlikte Doğu’nun tek imparatorluğu olduğumuz için, Perry’nin 1854 yılında Osaka’ya çıkmasıyla ‘çağdaşlaşıveren’ o Japonya’ya en önce biz aldanmışızdır.
Nitekim, 1878’de Boğaz’a Seiki filosu, 1881’de kağıda ‘Dostluk Antlaşması’; 1890’da Yokohoma’ya iade-i ziyaret ve ‘Ertuğrul Faciası’; 1904’de Mançurya’ya gözlemci zabitan; hattá, 1914 Kaşgar’ında ‘Teşkilat-ı Mahsusa - Capon hafiye’ flörtü, Tokyo hem 2. Abdülhamit iktidarının, hem de ona muhalif ‘Jön Türkler’in gözlerini sonsuz kamaştırdı.
Bütün Dersaadet ‘Şavk-ı Şarkiye’de ‘Düveli-i Muazzama’nın alternatifini gördü.
Günün şartlarında doğaldır ve zaten, Cava Sukarno’sundan Hint Nehru’suna, ‘Batı sömürgeciliğiyle savaş’ ve ‘Asya ortak refah camiası’ yalanlarına inanarak, bizden sonra da Japon emperyalizmiyle şöyle veya böyle gerdeğe girmiş olanların haddi hesabı yoktur.
Oysa, zaten ‘itaat amentüsü’ olarak kopya ettiği Çin Konfiçyüsçülüğü temelindeki Şintoizm vasıtasıyla o Japonya o militarist emperyalizmi inanılmaz ölçüde dehşet kıldı.
Nazizm hariç, cürüm, katliam ve ‘beyin şartlanmışlığı’ bab’ında, Batı’nın en berbat rejim ve ideolojileri onun yanında zemzem suyuyla yıkanmış birer ‘çocuk oyuncağı’ kalırlar.
Tıpkı, tabelasına ve vitrinine kandığım ‘Japon Mağazası’ndaki oyuncaklar gibi!