Güreş, tenis, ulus

EĞRİ mi, doğru mu bilemiyorum ve aslını tabii ki Murat Bardakçı'ya sormak gerekir.

Fakat eminim, rivayeti mutlaka siz de işitmişsinizdir.

Şaiya odur ki, son İmparatorluk dönemimize doğru Frengistan'daki ilk uluslararası karşılaşmalardan birisine katılan bir cihan pehlivanımız cümle alemin sırtını yere getirmiş.

Ancak sıra şampiyonluk kürsüsüne tırmanmaya geldiğinde işler birden karışmış.

* * *

KARIŞMIŞ, çünkü o sıra bizim henüz resmi bir milli marşımız yoktur !

Eh, ‘‘Avrupa'nın hasta adamı’’, masta adamı ama yine de anlı şanlı ‘‘Devlet-i Aliye-i Osmaniye’’ bu, elin Alamanı ‘‘Deutschland über Alles’’i, Fransızı ‘‘Marseillaise’’yi, İngilizi ‘‘God Save The Queen’’i falan tek yürek söylerken, herhalde biz sus pus duracak değiliz...

Hemen, ya bir diplomatımız, ya da bir ‘‘heyet-i temsiliye aza’’mız akıl etmiş ve müsabakada hazır bulunan bütün tebamız arasında en ortak bilinen şarkıyı araştırmış.

Sonuç ‘‘Hamsiyi koydum tavaya, başladı oynamaya’’ çıkınca da, çaresiz, güreşçimizin boynuna altın madalya takıldığı ve bayrağımızın göndere çekildiği an, bizimkilerin hançeresinden o pek meşhur Karadeniz türküsü yükselmiş.

Başka bir şekilde formüle edersek, çok milletli bir imparatorluktan ulus - devlete geçişimizin ilk belirtileri, pehlivan el ensesi ve balık tavası sayesinde somutluk kazanmış.

Ama dediğim gibi, hikayenin uydurmasyon mu, yoksa gerçek mi olduğunu bilmiyorum.

* * *

GÜREŞ veya başka bir branş, basketbol hariç, ben oldum olası sporla ilgilenmem.

Hele hele, bazen ekranda öküz trene bakar gibi baksam dahi, tenisle hiç ilgilenmem.

Sanıyorum, bunda biraz da o korkunç ‘‘cinnet yılları’’mın etkisi belirleyicilik taşıyor.

Eh, kort oyunu denilen şey ‘‘burjuva sporu’’nun (!) daniskası değil mi ? Biz o kortları tıpkı golf sahaları gibi, ‘‘proletaryanın emrine amade kitle sporları’’ için kullanacağız.

Zaten işte, Londra ‘‘Wimbledon’’undan Paris ‘‘Roland Garos’’una, en ünlü tenis turnuvalarını burjuvazinin bile ötesinde,‘‘krem dö la krem’’ aristokrasi izliyor.

Raketleri kafalarına geçireceğiz ve topları kursaklarına yutturacağız! Yaşşa bre!

Hadi hadi, cart kaba kağıt ve gelelim bu yılki ‘‘Garos’’un kadınlar finaline...

* * *

KÜÇÜMEN ülke için inanılmayacak mucize, söz konusu finali iki Belçikalı kız oynadı.

‘‘Kader ve ülkü birliği’’ dürtüsünden yoksun bulunduğu için aslında hiçbir zaman gerçek bir ulus - devlet oluşturmamış olan Benelüks krallığının bu iki genç tebasından birincisi, yani nihayetinde şampiyonluğu kazanıp 800 bin küsur euroyu cebe atan Justine Henin Valon; karşısındaki partöneri Kim Clijsters ise Flaman kimliği taşıyordu.

Başka bir deyişle, ülkenin kurulduğu gün başlayan ve ilkel bir kavim çatışmasına tekabül eden kedi - köpek kavgası şimdi de dünyanın en ünlü kortuna sıçramış görünüyordu.

Fakat öyle olmadı. Başta kraliyet familyası ve bakanlar, tüm Brüksel ‘‘rical’’inin günü birlik Paris'e akması ve biletlerin karaborsaya düşmesi bir yana, maç çok centilmence geçti.

Şampiyon Matmazel Henin elinde kupasıyla tekrar kendi başkentine döndüğünde ise, hem Felemenkçe, hem de Fransızca konuşan onbinler hanım kızı tek yürek olarak karşıladı.

Yani file, raket, top; yani spor, pek nadir yaşanan biçimde Belçika'yı ‘‘uluslaştırdı’’.

Tıpkı, rivayet veya gerçek, pehlivanımız için ‘‘Hamsiyi koydum tavaya’’yı milli marş yerine söylememizin aslında bizim de ulus - devlete geçişimizi haber vermesi gibi...

Orada ve burada; falan ve filan tarihte, spor‘‘kader ve ülkü birliği’’ ekseni yarattı.

Evet evet, güreş minderi veya tenis kortu; futbol sahası ya da boks ringi; modern zamanları, benim ilgilenmemek gafletine düştüğüm spordan soyutlayarak düşünemeyiz.
Yazarın Tüm Yazıları