Aslında ben bu mendebur hayvanı hiç sevmedim ve de sevmem. Muhtemelen, ilkel zoolojik yapısı ve kabuğundan çıkan ürkütücülüğü yüzünden.
AJANS haberini okudum ki, şaşırdım kaldım.
Bir İngiliz firkateyni mürettebatının Kırım Harbi sırasında maskot diye gemiye aldığı ve ‘Timothy’ ismiyle vaftiz ettiği kaplumbağa, epeydir ‘emekliliğini’ (!) geçirdiği ve Majesteleri Adası’nın o pek aristokratik Devon bölgesinde bulunan bir bostanda, geçen hafta Hakk’ın rahmetine kavuşmuş.
Toprağı bol olsun ve amin de, en ilkel dinozor familyasından miras kabuklu sürüngenin çok yaşadığını biliyordum ama, doğrusu bu kadarını tahmin etmiyordum.
*
EDEMEZDİM de, zira unutmayalım ki, Rus Çarlığı’na karşı imparatorluğumuza müttefik Fransa ve Britanya donanmalarının Sivastopol’u topa tutarken, ikmal limanı olarak da Dersaadet önüne demirlediği o savaş tá 1853 yılında gerçekleşmişti.
Eh, ‘Timothy’ de her halde anasının yumurtasından çıkar çıkmaz güverte defterine miço olarak kaydedilmediğine göre, varın hayvanın yaşını siz hesaplayın!
Şimdi o tarihten beri hatırımda kalanları sayıyorum.
Sudan Façoda’sı biir; Güney Afrika Capetown’u ikii; Gelibolu’dan Baltık’a ‘Harb-i Umumi’nin bilumum deniz muharebeleri üüç; Pasifik ablukasından Rio del Plata kovalamacasına 2. Savaş’ın tüm önemli harekatları döört; Süveyş çıkarması beeş; Falkland operasyonu altıı ve nihayet Körfez müdahalesi yedii, acaba ‘Timothy’ birbuçuk asırdır Majesteleri Donanması’na ait diğer teknelerde de aralıksız hizmet vererek ‘en eski muharip gazi’ mertebesine erişmiş miydi?
Neyse canım, o canım Devon bostanındaki mezarına istavroz çakılıp üzerine de madalya asılmış veya asılmamış, işte kaplumbağacığın ‘ruh-u şad olsun’ (!)
*
BÖYLE dediğime bakmayın, mendebur hayvanı hiç sevmedim ve de sevmem.
Nedenini tam açıklayamayacağım. Ama muhtemelen, başta belirttiğim gibi, ilkel zoolojik yapısından ve kabuğundan çıkan ürkütücülüğünden kaynaklanıyordur.
Nitekim, en küçük çocukluğumdan beri sürüp giden bu sevgisizliğimi, hatta nefretimi ne La Fontaine’nin Ezop’tan aşıremento edip sürüngene methiye düzdüğü ‘Kaplumbağayla Tavşan’ fablı; ne de Konfüçyüsçü toplumların meret yaratığa bin bir metafizik ‘mana yorumuyla’ (!) yere göğe koyamaması değiştirdi.
Tabii laf aramızda, sözümona yere göğe koyamazlar ama ‘şölen yemeği’ addettikleri ala çorbasını kemal-i afiyetle mideye indirmekten de zerre geri kalmazlar.
Zaten bendeniz de sırf kaplumbağaya duyduğum intikam hırsıyla, Çin diyarında aynı sıvıyı kaşıklamaktan özel bir zevk aldım.
*
NEFRETİMİN çocukluğumda başladığımı söyledim ki, gerçekten oraya uzanır.
Üstelik, çocuklar hiç de ‘masum’ falan değildir.
Tersine, hınzır, hatta bayağı bayağı haindir. En azından ben öyleydim.
Nitekim, Kızıltoprak sayfiyesinin mutlu yazlarında çok sevdiğim iki uğraş vardı.
Birincisi, babamın pek kıymet verdiği ‘Leitz’ objektifli pertavsızı kaşla göz arasında aşırarak bahçeye fırlar ve güneş huzmelerinin vurduğu karınca yuvalarının üzerinde ışık prizması kurarak, hayvanları teker teker, bir güzel kavururdum.
İkincisi ise, köşk bahçesinde nane, dereotu, salatalık gibi zerzevatın yetiştirildiği ve bahçıvan Mahmut Efendi’nin ortancalardan bile daha fazla üzerine titrediği bostanımtırak küçük yere dadanmış olan kocca bir kaplumbağa azmanıydı.
Benden neler çekmedi ki.
*
HAYVANIN öğlen saatlerine doğru oraya geldiğini bildiğimden tetikte bekler ve otlar arasından belirdiği an da, kabuğundan itekleyerek hemen ters çevirirdim.
İlkin pısar, ne başını, ne ayaklarını çıkartır, ardından da debelenmeye başlardı
Ben epey süre bunu büyük zevkle seyreder ve öğlen kampanası çaldığında da kaplumbağayı öylesine bırakıp ilkin patlıcan oturtmalı ve topatan kavunlu yemeğe; ardından Arsen Lüpen polisiyeli istirahat yatağına giderdim.
Asla ölmeyeceğini bildiğim hayvanı ancak neden sonra, ikindi kahvaltısının çilek reçeli sürülmüş tereyağlı ekmeğini ısırırken ve tekmeleyerek düzeltirdim.
Zira iki üç kere elime işemişti ve bu yüzden annemden fena papara yemiştim.
*
SÜRÜNGENİ tekrar ayakları üzerine döndürmemin nedeni ise ‘acıma’ veya ‘merhamet’ gibi ‘asil duygular’dan (!) falan değil, ödleklikten kaynaklanıyordu.
Çünkü Kuka Dadı bir defasında bu yaptığımı görmüş ve ‘Seni gidi rezil, Peygamber Efendimizin mübarek hayvanına eziyet etmekten utanmıyor musun, cayır cayır cehennem ateşinde yanarsın’ diye gözümü fena halde korkutmuştu.
Her ne kadar şimdi dahi bunun hangi ‘ayet-i kerime’de zikredildiğini ve bir sulak mıntıka sürüngeninin çöl coğrafyasında nasıl yaşayabildiğini çıkartmış değilsem de, eh işte korku boku Selanik, ‘cayır cayır alev’in yüzü suyu hürmetine Kızıltoprak yazlarının o kaplumbağa azmanı yeniden dört ayak üzerine dönerdi.
Döner dönmez de, Ezop’un tavşanıyla yarışmaya çalışarak, benim gibi insanlar cehennemine değil, tekrar, geldiği ‘hayvanlar cenneti’ne giderdi.
Zahir, Majesteleri Donanması’nda yüz elli yıl önce Kırım Savaş’ı ‘gazi’liği mertebesine erişmiş o müteveffa firkateyn maskotunun geçen hafta gittiği gibi.
Zaten artık ben de ‘kaplumbağa tövbekar’ı (!) oldum, bu defa asla günaha girmiyor ve rahmetli ‘Timothy’ciğe ‘Cennete kadar yolu var’ diyorum.