SİYASET bir pragmatizm sanatıdır. Aslında bakarsanız da gerçekçiliğin ta kendisidir.
Önce ilke ve hedef belirlenir. Birincisi stratejik, ikincisi ise yarı stratejik, yarı taktiktir. Sonra o saptanmış olan hedefe ulaşılmaya, daha doğrusu politika arenasında hüküm süren güç dengelerinden dolayı söz konusu hedefe en çok yaklaşan noktaya varılmaya çalışılır Bu pratik uygulama esnek, şekilde elâstik ve zamanda değişken tarzlar gerektirir. Ancak, ilkelerden asla ve asla taviz verilmez. Verildiği takdirde ise artık pragmatizmden değil oportünizmden söz etmek gerekir.
İMDİİ, dünkü yazımda dobra dobra ifade ettiğim gibi, 12 Eylül’de gerçekleşecek Anayasa değişikliği referandumunda ben göğsümü gere gere e-v-e-t oyu kullanacağım. Bu, yukarıdaki “pragmatik siyaset” teorisini benimsemiş olmamdan kaynaklanıyor. Zira stratejik ilkem zaten belli: Evrensel ve laik demokrasi değerleriyle özdeşleşiyor. Dolayısıyla, değişikliği onaylamakla onlardan bir dirhem taviz vermiş olmuyorum. Çünkü isterse ağızlarıyla kuş tutsunlar, hiç kimse şu Anayasa Mahkemesi tarafından kısmen iğdiş edilmiş haliyle bile sandığa sunulacak taslağın, bugünkü “apoletli anayasa”dan daha az çoğulcu, daha az sivil, daha az adil ve daha az seküler olduğuna bana ispatlayamaz. Yüksek yargıdaki üye sayısını değiştiren maddeler dâhil, tüm eksik ve zaaflarına rağmen TBMM’den geçmiş olan bu taslak hal-i hazırda kullandığımızdan kat be kat ileridir!
ÜSTELİK yine dünkü yazımda bu defa 1987 referandumundan örneklediğini gibi, iki ay sonra gerçekleşecek halkoylaması ne iktidar, ne de muhalefet için bir plebisittir. Olamaz. Elmalarla armutları karıştırmayalım, reforma “evet” AKP’ye “evet” anlamına gelmez. “Hayır” da muhalefete “evet” demek anlamına gelmez. İki taraf için de gelmemelidir. Zaten o iki taraf bunun böyle olmadığını hiç durmadan vurgulamalıdır ki, hem vicdani tercih yapılabilsin, hem de sonuç kaybeden veya kazanan bir parti algılamasına yol açmasın. Pekii, “stratejik ilke”de durum böyle de “taktik hedef”te durum nedir?
AYNIDIR! Tıpkısının aynısıdır! Ama tabii ki doğru, “esas hedef” o meşum 12 Eylül Anayasası’nın çöpe atılmasıdır. Ve yine doğru, benim gönlümde yatan aslan bir kurucu meclis vasıtasıyla statükoyu dönüştürecek, en azından onu “çağdaşlaştıracak” (!) yeni bir anayasa yapılmasıdır. Artı, iktidarın işi nispeten aceleye getirmesi; sırf Yüksek Yargı’ya yönelikmiş gibi bir izlenim yaratması; bir dizi hayati noktanın da taslağa girmemesi büyük zaaf oluşturmaktadır. Bütün bunlara amenna!
KABUL de yukarıdaki pragmatik siyaset açısından, yani aslında gerçekçi pertavsızdan bakıldığı takdirde ortada tek bir soru ve tek bir cevap var! Üçüncü bir alternatif mevcut değil! Ya burnu büyüklük taslayıp ve binbir dereden su getirip azamiyetçi taleplerde ısrar edeceğiz; dolayısıyla da kadı kızındaki kusurlardan ötürü 12 Eylül’de “hayır” diyeceğiz. İşin özü, çıkmaz ayın son çarşambasına kadar “apoletli anayasa”yı sineğe çekeceğiz. Veya aksine, “esas hedef” mutlaka saklı kalmak kaydıyla, misafir umduğunu değil bulduğunu yer hesabı, açlığımızı gidermek için masaya konan “asgâri” tayını kaşıklayacağız. Buradan aldığımız enerjiyle de daha çok “azami” isteyeceğiz. Ve, kazanılan mevziden hareketle o “apoletli anayasa”nın rütbesini artık nispeten yakın bir gelecekte sökeceğiz. Başka bir orta yol yokl! Varolduğu iddiasıyla “hayır” diyenler ise aslında hem kasten ipe tuz seriyorlar; hem de sırf “taktif hedef” olarak değil, “stratejik ilke” olarak da evrensel demokrasiyi odak merkezine koymadıkları için, pragmatik siyaset gerçekliğini reddediyorlar.