İNANÇTA agnostik, siyasette liberal olsam dahi şunu dürüstçe saptamak zorundayım: Başbakan “dindar bir nesil yetiştirmek istiyoruz” derken kendi açısından tutarlıdır!
Ancak hemen dikkat, “kendi açısından” diye bilhassa vurguluyorum. Zaten de sözlerini “muhafazakâr demokrat bir partinin her halde ateist kuşak yetiştirmesi beklenemezdi” diye tamamladığı andan itibaren akan sular durmuştur.
ÖYLE, zira ister Müslüman, ister Hıristiyan, ister Budist olsun yukarıdaki politik etiketi taşıyan hemen bütün kurum ve liderler yine hep yukarıdaki amaca yakın dururlar. Nitekim şöyle alıcı gözüyle bakalım: Sınıflara haç asılan bir Alman Bavyera’sında; sabahları İncil okunan bir ABD Middle West’inde veya gençlik kamplarında sutra ezberlenen bir Hint Guejarat’ında muhafazakâr siyasiler aşağı yukarı Erdoğan’la ortak diskur tekrarlarlar Tümünün gönlünde aynı aslan yatar. Punduna getirirlerse de teoriyi pratiğe geçirirler. Çünkü toplum mühendisliği yalnız pozitivist ideolojilerin tekelinde değildir!
DEĞİLDİR, zira her din mutlaka metafiziğin ötesine taşar. Sosyal vektör oluşturur. Zaten muhafazakârlığı ilk teorize eden Vico’lar, Herder’ler, Maistre’ler de “imanlı nesil” hedefini en başa koymuşlardır. Laik okul - İsevi okul ikilemi Batı’da hâlâ çıbanbaşıdır. Üstelik seküler eksen seçen, hatta ilâhi inançları reddeden yönetim, akım ve şahıslar dahi söz konusu “dindar kuşak yetiştirmek” projesini pragmatik açıdan sahiplenebilirler. Meselâ Fransa aşırı sağının ve özünde faşizmin de atası olan Charles Maurras keskin ateizmine rağmen milli kimliği Katoliklikle özdeşleştirdiği için kilise eğitimini savunmuştur. Yahut İskoç viskinin âlâsını elinden düşürmeyen Muhammed Ali Cinnah Pakistan’ı Hindistan’dan ayırırken Kur’ânî tedrisat gerekçesini kullanmıştır. Bizde ise yine su katılmamış ateist, üstelik alenen ırkçı olduğunu beyan eden Doktor Rıza Nur hem Hilafet’in ilgasına karşı çıkmış, hem de okullarda din dersi istemiştir. Artı, 12 Eylül generallerinin aynı dersi zorunlu kılması apoletlilerin sofuluğun değil tornada “yüksek maneviyatlı itaatkâr gençlik” yontmak hezeyanından kaynaklanmıştır. Dolayısıyla tüm bunlar değerlendirildiğinde, muhafazakâr demokratlığı zaten “İslami hassasiyet”le donanmış Başbakan’ın “dindar nesil” özleminde yadırganacak bir şey yoktur.
AMENNÂ da yukarıdaki olguları soğuk ve mesafeli biçimde saptamak bu satırlar yazarının da söz konusu tasavvuru onayladığı anlamına gelmiyor ve gelemez. Daha neler! Yoksa muhafazakârlıkla liberallik arasında fark kalmaz ve biri diğerine iltihak ederdi. Oysa liberaller laik veya dini her türlü mühendisliği reddederler. Müdahalenin özgür irade ve tercihe tırpan attığını bildiklerinden sadece ve sadece “hür nesil” yetiştirmek isterler. Bununla, tabii ki esas manevi parametre durumundaki o din en başta, düşünce ve inanç alternatiflerinin tümünü sunan ama seçimi bireye bırakan tarafsız bir eğitimi kastediyorum. Üstelik dindarlık tarifi çok elâstiki olduğundan ve yelpaze mütedeyyinlikten yobazlığa uzanan bir skalaya dağıldığından böylesine bir muğlaklık Taliban cinnetine bile götürebilir.
İMDİİ, bu ikinci tabloya rağmen “dindar nesil” ancak bir özlemin tezahürüdür. Oysa temenniler bir şeydir, gerçekler başka şeydir. Aralarında bazen Kaf Dağı vardır. Artı, bin şükür, AKP ve genel siyasi İslam da dâhil laik refleks ve duyarlılık Türkiye’ de diğer hiçbir Müslüman ülkede olmadığı ölçüde topluma ve kurumlara kök salmıştır. Dolayısıyla bugünkü yegâne “tedbir” (!), tabii ki antenler teyakkuzda, teorinin pratiğe ve kuvvenin fiile nasıl ve ne ölçüde geçirilmek istenip istenmeyeceğini gözetlemek olabilir. Kesin ve aşılamaz kırmızıçizgi seküler eğitimin ve hayat tarzının dokunulmazlığıdır! Bunlardan asla taviz verilemez ama şu an için de bir bardak suda fırtına kopartılamaz.