FRANSIZ şair Charles Beaudelaire Brüksel’den histeri derecesinde nefret etmiştir.
Bizzat kendisi de Belçikalı olan diğer şair Emile Verhaeren ise aynı kenti ‘yağmur içenlerin, rüzgár yalayanların ve sis koklayanların şehri’ diye tanımlar.
Ve, söz konusu Brüksel eğer altmışlı yıllardan itibaren o dehşet kasvetli taşralılıktan biraz ‘sıyırtabildiyse’, bu, hiç şüphesiz ki kurumsal Avrupa sayesinde gerçekleşmiştir.
* * *
ÖYLE, zira hadi sınırlıydı deyip, de Gaulle’nin NATO’yu Paris’ten ‘sepetlemesi’ ertesi Kuzey Atlantik Paktı merkezinin üç yüz kilometre kuzeye taşınmasını saymayalım.
Ama, sonradan şimdiki AB’ye dönüşecek olan mekanizma daha ilk ‘Kömür Çelik Birliği’nden itibaren Benelüks şehrini mekán seçince, Brüksel’e ‘piyango vurmuş’ oldu.
Komisyon’u, Konsey’i, Parlamento’suyla, o ‘örokrat’ denilen binlerce ve binlerce memur; onların kuyruğuna takılıp aynı yere üşüşen ve sayıca hepsini aşan diplomat, lobici, mütercim, sendikacı, gazeteci veya tercüman, işte buram buram taşra kokan Belçika başkenti bunlar sayesinde bayağı bayağı kozmopolit bir ‘Avrupa başkent’liğine terfi etti.
* * *
NİTEKİM, alt tarafı bir milyon nüfuslu bu yerleşim mıntıkasında hem ahalinin gayet önemli bölümünü ‘kaymak tabaka’ yabancılaroluşturur; hem de yukarıdaki gerekçeden ötürü, söz konusu yabancılar yetmiş yedi düvelin insanlarına yayılan bir yelpazeyi kapsar.
Burada her ülkenin çeşit çeşit temsilcisi ; hatta bırakın ülkeleri, İspanya’daki Galiçya balıkçılarının ; ABD’deki Kentucky tavukçularının ; veya İsveç’teki Malmö emlakçılarının ‘yerel röprezantan’ları, ‘sektör lobici’leri, yahut ‘hukuk danışman’ları cirit atar.
Yani Latin, Cermen ve Anglo Sakson alemlerin kesişme noktası olmak ; dolayısıyla da belli başlı merkezlere bir taş atımlık mesafede bulunmak dışında hiçbir özellik ve cazibeyle pırıldamayan eti ne, budu ne Brüksel sırf AB sayesinde ‘makûs talih’ini değiştirebilmiştir.
* * *
TABİİ Brüksel’in bu ‘siyasi ekonomik’ önemi Türkiye için de geçerlik taşıyor.
Düşünün ki o avuç içi kadar Benelüks başkentinde, üçü farklı büyükelçilik, biri de başkonsolosluk olmak üzere, Ankara’nın dört ayrı diplomatik temsilciliği bulunuyor.
Artık koskoca sefaret binasına bile sığmayan müsteşarlık ve ataşelikleri ise geçiyorum.
Öte yandan, ‘TÜSİAD’, ‘İKV’, ‘TOBB’, ‘KOBİ’ veya ‘DISK’ gibi özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının Brüksel’deki şubelerine ek olarak, artık Türkiye’den lobi şirketleri, danışmanlık kurumları, hukuk ofisleri de aynı şehirde yoğun faaliyet gösteriyor.
Üstelik, 17 Aralık dönemecine çeyrek kala, Brüksel gerçekten Türkiye’yi soluyor.
Hangi birini yazayım ki, yerim yetmez!
* * *
YETMEZ, çünkü bir taraftan ‘Güzel Sanatlar Müzesi’ndeki ‘Sultaniyegáh’ sergi, diğer taraftan ‘Sinematek’te Şoray’ın da katılacağı ‘Türk Filmleri’ gösterimi.
Bir yanda, salı günü ‘Turkcell’in Avrupa Parlamentosu’nda düzenlediği ‘Türkiye-AB İletişimi’ konferansı; öte yanda mümtaz din adamı ve saygın cemaat önderi Fettullah Gülen Hocaefendiye yakın ‘Abant Platformu’nun mükemmel bir insiyatifle Cuma ve Cumartesi günleri yine aynı parlamentoya taşıyacağı ‘Kültür, Kimlik, Din’ sempozyumu.
‘ARI’ hareketinin dün verdiği kadın semineri; Radikal Parti’nin 6 - 7 Aralık’ta ‘Karara Gerekçe’ paneli; yine ‘ARI’ hareketinin ertesi gün düzenlediği ‘Evet-Hayır’ oturumu; ‘İKV’nin 10 Aralık’ta sivil toplumu buluşturacağı ‘Türkiye Platformu’...
Her bir yanda ülkemizin adını çınlatan bu faaliyetlerin, fazlası var, eksiği yok.
Ve, Beaudelaire taşralığından nefret etmişmiş yahut Verhaeren melankolisine ağlamışmış kim takar, biz 18 Aralık’ta ‘Brüksel, Brüksel’ diye şakıyacağız.